Thursday 19 January 2012

DÖRT HAİN KURŞUNUN HATIRLATTIĞI DİLLER ARASI BİR ÇOCUKLUK

Kaç yıl geçti Hrant Dink'in öldürülmesinin üstünden. Gerçek failleri bir türlü ortaya çıkarılmayan bir sistem cinayeti daha yaşadık 5 yıl önce. O yıl Gazete Odtülü'de yayımlanan bir yazı yazmıştım. Çocukluğuma dek giden.. Onu paylaşmak istedim. Elimden başka birşey gelmedi. Ne anmasına gidebildim ne de Agos'un önündeki vicdanlı kalabalığa katılabildim. Hayat benim için devam etti.
Bir yılı aşkın süredir Erbil'de yaşıyorum. geçen hafta evimizin bozuk olan elektrikli su ısıtıcısını değiştirmeye gelen usta ile iletişim kurmaya çalışıyordum. Kürtçesi ve İngilizcesi iyi değildi, çat pat anlaşabiliyorduk. Keldani ya da Asuri olduğunu düşünüyordum. Daha sonra Ermeni olduğunu ve adının Norayir olduğunu öğrendim.. Yine aklıma düştü Hrant, utandım Türkiyeli olduğumu söyleyince. Daha fazla soru sorup da geçmişini deşmeye de utandım.. Norayir'in geçmişinde yüce devletimizin Ermenilerle ilgili kara hatıralarına rast gelmekten korktum..

Nasıl oldu da ölüme bu kadar alıştırıldık bilmiyorum.. Ölümü meşrulaştırmaya ve kutsallaştırmaya ise son sürat devam ediyoruz.. İnsanlık durumumuzdan utanıyorum..

"

DÖRT HAİN KURŞUNUN HATIRLATTIĞI DİLLER ARASI BİR ÇOCUKLUK

Benim ve kardeşimin çocukluğu biraz farklıydı akranlarımızın çocukluklarından. Anne ve babası ile anadilleri farklı, kaç yüzyıl insanı vardır tanıdığınız? Önceleri bu farklılığı anlayamamıştık. Ara sıra annem ve babamın bilmediğimiz bir dilde konuştuklarına şahit olurduk, genellikle bizim duymamızı istemedikleri konularda hemen bu gizemli dilde anlaşırlardı. Bu gizemli dilde, vurgular değişir, kelimeler ağızdan daha farklı çıkardı. Sanki evimizde iki yabancı konuşuyormuş gibi merakla dinlerdik. Farklı dillere rastlamak yalnızca bizim evimize veya akrabalarımıza özel bir durum da değildi. Özellikle mahallede anlamadığımız dillerde konuşan insanlara rastlamak, bu dillerin gizemini iyice arttırır ve biz de bu dilleri öğrenmek için sabırsızlanırdık. Küçücük bir çocuk elbette her şeyi bilemezdi değil mi? Bu esrarengiz dilleri, okulda kesinlikle öğreneceğimizi düşünür ve büyüdüğümüz zaman ailemizi ve çevremizdeki insanları daima anlayabileceğimizi söylerdim kardeşime o zamanlar.

1980’lerin ikinci yarısıydı, nedense o yılları hep gri tonlarda hatırlarım. Gri benim için kasvettir, acıdır. Renkleri, farklılıkları saklamak için birebirdir gri. Siyah ile beyazın arasına öyle geniş bir alana dağılmıştır ki kaypaklıkta eline kimse su dökemez grinin. Sanırım sadece benim için değil herkes için de griydi o zamanlar dünya. Ben hatırlamam ama Türkiye kirli yeşile boyanmış o dönemden birkaç yıl önce. Meğerse o kirli yeşilin ardından kalmış gri ve tonları; yıllar sonra sayfalar arasında bulduklarımın fısıldadıklarına göre…

Neyse, gelelim o günlere… Siyah önlük giyme vaktim gelmişti. Bir gün diğer binlerce akranım gibi ben de okulun ilk gününe hazır bir halde, siyah önlüğümü heyecanla giymiş, ne yaptığını bilmez bir kalabalığın içinde yaşlı gözlerle, annelerine farklı dillerde heyecanlarını belirtenler arasında bulmuştum ufacık bedenimi. Binlerce çocuğun umut dolu heyecanı, siyaha boyanmış önlükler içinde yitip gitmişti sanki. Siyaha boyalı rengârenk düşleri beyaz bir yaka ile kurtarmak istemişti büyükler, ama becerememişlerdi. Siyah önlüklerin hepsi birbirine benzerdi, fakat çeşit çeşit yakalara rastlamıştım sonraki günlerde: temiz yakalar, kirli yakalar, ütülü yakalar, dantelli yakalar, kirli-ütüsüz ve dantelsiz yakalar… Hatta bir süre sonra yakası kopuklarla bile karşılaşmaya başlamıştım.

Benim yakam temiz ve ütülü olduğu için, okul girişinde yapılan kontrollerde günün en önemli işini yaptıkları sanırcasına öğrencilerin kılık kıyafetlerine bakan öğretmenlerimin gözüne hiç batmamıştım. Annemin özenle yıkadığı, babamın her Pazar akşamı ben banyo yaparken ütülediği yakamın temizliği ve ütülü oluşu sebebi ile hiç azar işitmemiştim davudi sesli öğretmenlerimizden. Çocukluktan olsa gerek, başıma bela açmadığı için yakamla gurur duyduğum bile olmuştu.

Kendilerini leyleklerden alan insanlara anne ve baba diyenler arasındaydım. Fakat herkes ‘anne’ ve ‘baba’ demiyordu, aynı saflıkta başka kelimeler ‘anne’ ve ‘baba’nın yerini alabiliyordu bana gizemli gelen dillerde. Aile büyüklerim arasında da bu esrarengiz dillerde konuşuluyordu,  koca kentin bugünkü kadar kalabalık olmayan sokaklarında da. Arkadaşlarım da sınıfa girene kadar aralarında konuştukları bu dili unutup, bildiğim tek dilde konuşmaya başlıyorlardı. Günler geçiyor, ben anne ve babamın gizemli dillerini anlayamamaya, arkadaşlarımın aralarında konuştuklarını duymamış gibi davranmaya devam ediyordum. Sanki kocaman bir oyunun içindeydim. Kurallarını benim dışımda herkesin bildiği bu oyunda belirsiz bir tamamlayıcıydım. Uzun yıllar rolümü kabul ettim…

Zamanla bu gizemli seslerin arasında da farklılıklar olduğunu sezmeye başlamıştım. Tarihi kentin surlarının dışında kalan beş katlı, her daim bozuk kaloriferli, bodrumunu her bahar su basan binamızın, Birlik Apartmanı’nın, beşinci katında oturan Ömer ve ablası Fethiye; ikinci katında oturan gizemli yaşlı çift, bir de yan binamızda oturan Şefik ve ablası Jaklin herkesten çok daha farklı bir dilde konuşuyorlardı. Üstelik daha sessizce ve “güvercin tedirginliğinde”…

Şefik, en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Annesi ve babası ile benim anlamadığım dillerden biriyle konuşan ayrıcalıklılardandı. Bu sebepten dolayı ona hep imrenirdim. Benden daha büyük değildi, daha uzun değildi, daha güçlü de değildi fakat annesi ve babası ile farklı bir dilde konuşabilmesi onu özel kılıyordu. Okuldan gelir gelmez kendimizi sokağa atar ve türlü oyunlarla zaman geçirirdik. Binamızı yan binalardan ayıran bir buçuk metrelik, tarihi kentin kara taşlarıyla örülmüş kalınca bir duvar vardı. En büyük eğlencemiz bu duvara tırmanmak ve duvar boyu koşturmaktı. Bir dönem, mahallenin bütün erkek çocuklarının en büyük eğlencesiydi bu duvar. Duvarda tırmanılması kolay yerler olmasına rağmen, maharet her yerden duvara çabucak tırmanabilmek, düşmeden hızlıca hareket edebilmek ve duvardan sürünerek ve korkarak değil de gözü kapalı atlayarak inebilmekti. O gri günlerden bir gün, ellerimizde ekmek arası domates peynir, sokağa fırladığımız alelade bir gün, yine bir okul çıkışı, Şefik ile bu duvar üzerinde koşturmaya başlamıştık. Duvarda hiç tırmanmadığımız yerler arardık ilk önce, daha sonra birbirimizin tırmandığı yerlerden tırmanmaya çalışırdık. Kısa süre sonra sıkılır, anlamsız bir şekilde duvarda koşturarak ileri geri gider gelirdik. Yine öylesine koşarken bir akşamüstü Şefik iki adım önümde duvardan aşağı düştü. Her şey birden bire olmuştu. Bütün annelerin korkulu rüyası o anda gerçekleşmiş ve gözlerimin önünde Şefik duvardan düşüvermişti. Kendime geldiğimde aradan saatler geçmiş gibiydi sanki ve Şefik hala aynı yerde yatıyordu. Gür kıvırcık saçlarının hemen bitiminde başlayan, hafif tombul, pespembe yüzünün sağ tarafı kanlar içindeydi, ayaklarını ve kollarını oynatırken acı çekiyor ve ağlamadığı zamanlar annesi ile yine o bilmediğim dilde konuşuyordu. Ara sıra kesişen bakışlarımız, düşmesinde benim de payım olduğunu düşündürüyordu. Yerde yatan arkadaşım hastaneye götürülürken neler olduğunu anlayamamış, annemin elinin sıcağına kavuşuncaya dek donuk bir şekilde duvara bakakalmıştım. Eve gidip de kapıyı ardımızdan kapatıncaya kadar hiç konuşmadım, korkumu sezen annem “Şefik iyi, bir şeyi yok” demişti. Aynı akşam Şefik hastaneden gelince, annem ile onlara gittiğimizi hatırlıyorum, hafızam beni yanıltmıyorsa elimde ya taç kraker ya da başka bir bisküvi vardı. Ne yazık ki arkadaşımı en son salona kurulmuş hasta yatağına sırtüstü uzanmış, yüzünde, kollarında ve bacaklarında sargı bezleri, gözlerinin etrafı morarmış olarak hatırlıyorum. Bir de duvarlarının tam ortasına asılı duran, elleri iki yana açılmış, başı yana düşmüş, acıklı yüzünden yaşamında hiç gülmediğini düşündüren tahtaya bağlanmış o sıska adama ait heykeli hatırlıyorum. Hafızamı zorlamama rağmen Şefik’i iyileşmiş olarak gördüğümü anımsamıyorum, sanırım o sıralar binamızdan taşınmışlardı.

Ömer benden bir iki yaş küçük, Fethiye ise büyük olduğu için bu mavi gözlü sarışın arkadaşlarımla çok samimi olamamıştım. Topluca oynanan oyunlarda oyun arkadaşlarımız olarak kaldılar. Ta ki anneleri gelince ve gizemli bir dilde eve gitmeleri gerektiğini söyleyinceye kadar… Ömer ve Fethiye de ortadan kayboldular bir gün. Daha sonraları annem Ömer ve Fethiye’nin, o zamana kadar hiç duymadığım, Kanada adlı bir ülkeye gittiklerini söylemişti. Yoksa Şefik de mi oraya gitmişti?

İkinci katta oturan, her akşam sırtında eskimiş bir çuvalla, ütülü elbiseleri ve yorgun bakışlarıyla binaya girişini gözlediğimiz, fötr şapkalı yaşlı amca ve sadece balkonda iken gördüğümüz eşi de bu gizemli dillerden birinde konuşuyorlardı. Mahalle arkadaşlarımız ile dillerimiz farklı olsa da hayal gücümüz ortaktı ve bize korku dolu oyunlar oynardı sürekli. Bu yaşlı amcayı da hayal gücümüzün yarattığı bir korku karakterine büründürmüştük. Her akşam sırtında dolu ve eski bir çuval ile binaya giren yaşlı amcayı gizlice izlerdik. Korkumuzun sebebi, sırtındaki çuvalda ufak çocukları evine götürdüğünü ve karısıyla bu çocukları yediklerini düşünmemizdi. Bu çuvaldaki çocukları kurtarma planları yapar; fakat her akşam korkarak sesimiz çıkmadan sadece izlemekle yetinirdik. Derken bir gün bu yaşlı çift de binamızdan taşındı. Mahallenin çocukları olarak çok sevinirken, nereden bilebilirdik ki, birlik apartmanının renklerini teker teker kaybettiğini, gizemli dillerden birinin eksildiğini…

Artık ilkokulu bitirip de biraz daha akıllanınca, bir gün babam bana yaşlı amcanın yıllardır esnaflık yaptığını anlatmıştı, sırtındaki çuvalda ise sadece önemsiz öteberisini taşırmış. Ermeni olduklarını ve sadece Birlik Apartmanı’ndan değil, şehrimizden ve ülkemizden de göç ettiklerini söylemişti. Tıpkı Şefik, Jaklin, Ömer, Fethiye, yaşlı çift ve binlerce diğer Anadolulu Ermeni gibi… “Neden” diye sormuştum ama babamın açıklamasını ve ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım.

Aradan yıllar geçti, ben bir büyüdüm hayallerim iki küçüldü, hayallerim iki küçüldü ben üç büyüdüm. Ve öğrendim…

Önce yakaların neden farklı olduğunu öğrendim. İnsanlar arasındaki eşitsizliği gözlemek yetti bu farklılığı anlamak için: daha ufacıkken bazı arkadaşlarımın neden çizmelerinin olmadığını, neden bisiklete binemeden bizi izlediklerini anladım.

Zazaca’yı, Kürtçe’yi ve Ermenice’yi okulda hiç öğrenemeyeceğimi gayet iyi anladım. Bu dillerin öğretilmesi şöyle dursun, bu dilleri konuşan insanların hor görüldüğüne bile şahit oldum.

Birlik Apartmanı’nın birliğinin neden bozulduğunu da öğrendim, farklı olanın neden göç etmek zorunda bırakıldığını da, göç etmeyenlerin başına neler gelebileceğini de…

Milliyetçilik denen duvara tosladım milyonlarca 21. yüzyıl vatandaşı gibi. Düşünüyorum da sadece biraz daha şanslıymışım bu satırları yazabildiğim için, okuduğunuz için sizler de talihli sayılırsınız sanırım. Her hangi bir yerde doğmuş olmaktan, her hangi bir ırka mensup olmaktan ötürü, doğduğumuz topraklardan göç etmek zorunda kalabilir, soğuk bir namludan çıkan şerefsiz kurşunlara de hedef olabilirdik.  Yaşamı ne kadar sevdiği gözlerinden anlaşılan, daha çok anlatacakları olan, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm kurbanı on binlerce dünya insanını ve göç etmek zorunda bırakılan milyonları düşündükçe…

Fikirlerinden ötürü katledilen insanlar arasına Hrant Dink de katıldı maalesef. Ülkemizdeki Ermeni sorununu diyalog ile çözmek isteyen, fikir adamı, her tanıyanının “dünya güzeli insandı” dediği Hrant Dink’e sıkılan kalleş kurşunlar, bana da çocukluğumu hatırlattı, alelade bir akşam medyanın nankörce, kendini aklamak için çabaladığı haberleri izlerken. Diyarbakır’da 20 yıl önce aramızda hiç sorun olmadan yaşadığımız, dünya güzeli Ermeni hemşerilerimi hatırladım. Diyarbakır’ın daracık sokakları olan Ermeni Mahallesi Hançepek’te, elimde ikinci el bir Zennit marka fotoğraf makinesi, dolaştığım ilk gençlik günlerimi hatırlattı. Aidiyetlerini bulamamış, sadece atalarının kanları ile kendilerini ifade edebilen ırkçılara ve akordu bozuk bir halde çalınan ırkçı ülkem havalarına karşı “Yaşasın halkların kardeşliği!” tümcesini söyleyebileceğim her ortamda, daha sık ve daha sesli, söylemem gerektiğini hatırladım. Milliyetçilik, faşizm, ırkçılık ve bütün ilkel ‘düşünmeme’, ‘düşünememe’ sistemlerini gömmemiz gerektiğini hatırlattı. En önemlisi, bir insanın, bir babanın, eşin, amcanın,  dayının yaşamının daha sona erdirildiğini hatırlattı...  
                                                                                           
"

2007 yılında Gazete Odtülü'de yayınlanmıştır.

No comments:

Post a Comment