Kaç yıl geçti Hrant Dink'in öldürülmesinin üstünden. Gerçek failleri bir türlü ortaya çıkarılmayan bir sistem cinayeti daha yaşadık 5 yıl önce. O yıl Gazete Odtülü'de yayımlanan bir yazı yazmıştım. Çocukluğuma dek giden.. Onu paylaşmak istedim. Elimden başka birşey gelmedi. Ne anmasına gidebildim ne de Agos'un önündeki vicdanlı kalabalığa katılabildim. Hayat benim için devam etti.
Bir yılı aşkın süredir Erbil'de yaşıyorum. geçen hafta evimizin bozuk olan elektrikli su ısıtıcısını değiştirmeye gelen usta ile iletişim kurmaya çalışıyordum. Kürtçesi ve İngilizcesi iyi değildi, çat pat anlaşabiliyorduk. Keldani ya da Asuri olduğunu düşünüyordum. Daha sonra Ermeni olduğunu ve adının Norayir olduğunu öğrendim.. Yine aklıma düştü Hrant, utandım Türkiyeli olduğumu söyleyince. Daha fazla soru sorup da geçmişini deşmeye de utandım.. Norayir'in geçmişinde yüce devletimizin Ermenilerle ilgili kara hatıralarına rast gelmekten korktum..
Nasıl oldu da ölüme bu kadar alıştırıldık bilmiyorum.. Ölümü meşrulaştırmaya ve kutsallaştırmaya ise son sürat devam ediyoruz.. İnsanlık durumumuzdan utanıyorum..
Nasıl oldu da ölüme bu kadar alıştırıldık bilmiyorum.. Ölümü meşrulaştırmaya ve kutsallaştırmaya ise son sürat devam ediyoruz.. İnsanlık durumumuzdan utanıyorum..
"
DÖRT HAİN KURŞUNUN
HATIRLATTIĞI DİLLER ARASI BİR ÇOCUKLUK
Benim ve kardeşimin çocukluğu
biraz farklıydı akranlarımızın çocukluklarından. Anne ve babası ile anadilleri
farklı, kaç yüzyıl insanı vardır tanıdığınız? Önceleri bu farklılığı
anlayamamıştık. Ara sıra annem ve babamın bilmediğimiz bir dilde konuştuklarına
şahit olurduk, genellikle bizim duymamızı istemedikleri konularda hemen bu
gizemli dilde anlaşırlardı. Bu gizemli dilde, vurgular değişir, kelimeler
ağızdan daha farklı çıkardı. Sanki evimizde iki yabancı konuşuyormuş gibi
merakla dinlerdik. Farklı dillere rastlamak yalnızca bizim evimize veya
akrabalarımıza özel bir durum da değildi. Özellikle mahallede anlamadığımız
dillerde konuşan insanlara rastlamak, bu dillerin gizemini iyice arttırır ve biz
de bu dilleri öğrenmek için sabırsızlanırdık. Küçücük bir çocuk elbette her
şeyi bilemezdi değil mi? Bu esrarengiz dilleri, okulda kesinlikle öğreneceğimizi
düşünür ve büyüdüğümüz zaman ailemizi ve çevremizdeki insanları daima
anlayabileceğimizi söylerdim kardeşime o zamanlar.
1980’lerin ikinci yarısıydı, nedense
o yılları hep gri tonlarda hatırlarım. Gri benim için kasvettir, acıdır. Renkleri,
farklılıkları saklamak için birebirdir gri. Siyah ile beyazın arasına öyle
geniş bir alana dağılmıştır ki kaypaklıkta eline kimse su dökemez grinin.
Sanırım sadece benim için değil herkes için de griydi o zamanlar dünya. Ben
hatırlamam ama Türkiye kirli yeşile boyanmış o dönemden birkaç yıl önce.
Meğerse o kirli yeşilin ardından kalmış gri ve tonları; yıllar sonra sayfalar
arasında bulduklarımın fısıldadıklarına göre…
Neyse, gelelim o günlere… Siyah
önlük giyme vaktim gelmişti. Bir gün diğer binlerce akranım gibi ben de okulun
ilk gününe hazır bir halde, siyah önlüğümü heyecanla giymiş, ne yaptığını
bilmez bir kalabalığın içinde yaşlı gözlerle, annelerine farklı dillerde
heyecanlarını belirtenler arasında bulmuştum ufacık bedenimi. Binlerce çocuğun umut
dolu heyecanı, siyaha boyanmış önlükler içinde yitip gitmişti sanki. Siyaha
boyalı rengârenk düşleri beyaz bir yaka ile kurtarmak istemişti büyükler, ama
becerememişlerdi. Siyah önlüklerin hepsi birbirine benzerdi, fakat çeşit çeşit
yakalara rastlamıştım sonraki günlerde: temiz yakalar, kirli yakalar, ütülü
yakalar, dantelli yakalar, kirli-ütüsüz ve dantelsiz yakalar… Hatta bir süre
sonra yakası kopuklarla bile karşılaşmaya başlamıştım.
Benim yakam temiz ve ütülü olduğu
için, okul girişinde yapılan kontrollerde günün en önemli işini yaptıkları
sanırcasına öğrencilerin kılık kıyafetlerine bakan öğretmenlerimin gözüne hiç
batmamıştım. Annemin özenle yıkadığı, babamın her Pazar akşamı ben banyo
yaparken ütülediği yakamın temizliği ve ütülü oluşu sebebi ile hiç azar
işitmemiştim davudi sesli öğretmenlerimizden. Çocukluktan olsa gerek, başıma
bela açmadığı için yakamla gurur duyduğum bile olmuştu.
Kendilerini leyleklerden alan
insanlara anne ve baba diyenler arasındaydım. Fakat herkes ‘anne’ ve ‘baba’ demiyordu,
aynı saflıkta başka kelimeler ‘anne’ ve ‘baba’nın yerini alabiliyordu bana gizemli
gelen dillerde. Aile büyüklerim arasında da bu esrarengiz dillerde
konuşuluyordu, koca kentin bugünkü kadar
kalabalık olmayan sokaklarında da. Arkadaşlarım da sınıfa girene kadar
aralarında konuştukları bu dili unutup, bildiğim tek dilde konuşmaya başlıyorlardı.
Günler geçiyor, ben anne ve babamın gizemli dillerini anlayamamaya,
arkadaşlarımın aralarında konuştuklarını duymamış gibi davranmaya devam ediyordum.
Sanki kocaman bir oyunun içindeydim. Kurallarını
benim dışımda herkesin bildiği bu oyunda belirsiz bir tamamlayıcıydım. Uzun yıllar rolümü
kabul ettim…
Zamanla bu gizemli seslerin
arasında da farklılıklar olduğunu sezmeye başlamıştım. Tarihi kentin surlarının
dışında kalan beş katlı, her daim bozuk kaloriferli, bodrumunu her bahar su
basan binamızın, Birlik Apartmanı’nın, beşinci katında oturan Ömer ve ablası
Fethiye; ikinci katında oturan gizemli yaşlı çift, bir de yan binamızda oturan
Şefik ve ablası Jaklin herkesten çok daha farklı bir dilde konuşuyorlardı. Üstelik
daha sessizce ve “güvercin tedirginliğinde”…
Şefik, en yakın arkadaşlarımdan
biriydi. Annesi ve babası ile benim anlamadığım dillerden biriyle konuşan
ayrıcalıklılardandı. Bu sebepten dolayı ona hep imrenirdim. Benden daha büyük
değildi, daha uzun değildi, daha güçlü de değildi fakat annesi ve babası ile
farklı bir dilde konuşabilmesi onu özel kılıyordu. Okuldan gelir gelmez
kendimizi sokağa atar ve türlü oyunlarla zaman geçirirdik. Binamızı yan
binalardan ayıran bir buçuk metrelik, tarihi kentin kara taşlarıyla örülmüş
kalınca bir duvar vardı. En büyük eğlencemiz bu duvara tırmanmak ve duvar boyu
koşturmaktı. Bir dönem, mahallenin bütün erkek çocuklarının en büyük
eğlencesiydi bu duvar. Duvarda tırmanılması kolay yerler olmasına rağmen,
maharet her yerden duvara çabucak tırmanabilmek, düşmeden hızlıca hareket edebilmek
ve duvardan sürünerek ve korkarak değil de gözü kapalı atlayarak inebilmekti. O
gri günlerden bir gün, ellerimizde ekmek arası domates peynir, sokağa
fırladığımız alelade bir gün, yine bir okul çıkışı, Şefik ile bu duvar üzerinde
koşturmaya başlamıştık. Duvarda hiç tırmanmadığımız yerler arardık ilk önce,
daha sonra birbirimizin tırmandığı yerlerden tırmanmaya çalışırdık. Kısa süre
sonra sıkılır, anlamsız bir şekilde duvarda koşturarak ileri geri gider
gelirdik. Yine öylesine koşarken bir akşamüstü Şefik iki adım önümde duvardan
aşağı düştü. Her şey birden bire olmuştu. Bütün annelerin korkulu rüyası o anda
gerçekleşmiş ve gözlerimin önünde Şefik duvardan düşüvermişti. Kendime
geldiğimde aradan saatler geçmiş gibiydi sanki ve Şefik hala aynı yerde yatıyordu.
Gür kıvırcık saçlarının hemen bitiminde başlayan, hafif tombul, pespembe
yüzünün sağ tarafı kanlar içindeydi, ayaklarını ve kollarını oynatırken acı
çekiyor ve ağlamadığı zamanlar annesi ile yine o bilmediğim dilde konuşuyordu.
Ara sıra kesişen bakışlarımız, düşmesinde benim de payım olduğunu düşündürüyordu.
Yerde yatan arkadaşım hastaneye götürülürken neler olduğunu anlayamamış, annemin
elinin sıcağına kavuşuncaya dek donuk bir şekilde duvara bakakalmıştım. Eve
gidip de kapıyı ardımızdan kapatıncaya kadar hiç konuşmadım, korkumu sezen
annem “Şefik iyi, bir şeyi yok” demişti. Aynı akşam Şefik hastaneden gelince,
annem ile onlara gittiğimizi hatırlıyorum, hafızam beni yanıltmıyorsa elimde ya
taç kraker ya da başka bir bisküvi vardı. Ne yazık ki arkadaşımı en son salona
kurulmuş hasta yatağına sırtüstü uzanmış, yüzünde, kollarında ve bacaklarında
sargı bezleri, gözlerinin etrafı morarmış olarak hatırlıyorum. Bir de
duvarlarının tam ortasına asılı duran, elleri iki yana açılmış, başı yana
düşmüş, acıklı yüzünden yaşamında hiç gülmediğini düşündüren tahtaya bağlanmış
o sıska adama ait heykeli hatırlıyorum. Hafızamı zorlamama rağmen Şefik’i iyileşmiş
olarak gördüğümü anımsamıyorum, sanırım o sıralar binamızdan taşınmışlardı.
Ömer benden bir iki yaş küçük,
Fethiye ise büyük olduğu için bu mavi gözlü sarışın arkadaşlarımla çok samimi
olamamıştım. Topluca oynanan oyunlarda oyun arkadaşlarımız olarak kaldılar. Ta
ki anneleri gelince ve gizemli bir dilde eve gitmeleri gerektiğini söyleyinceye
kadar… Ömer ve Fethiye de ortadan kayboldular bir gün. Daha sonraları annem Ömer
ve Fethiye’nin, o zamana kadar hiç duymadığım, Kanada adlı bir ülkeye gittiklerini
söylemişti. Yoksa Şefik de mi oraya gitmişti?
İkinci katta oturan, her akşam
sırtında eskimiş bir çuvalla, ütülü elbiseleri ve yorgun bakışlarıyla binaya
girişini gözlediğimiz, fötr şapkalı yaşlı amca ve sadece balkonda iken
gördüğümüz eşi de bu gizemli dillerden birinde konuşuyorlardı. Mahalle
arkadaşlarımız ile dillerimiz farklı olsa da hayal gücümüz ortaktı ve bize
korku dolu oyunlar oynardı sürekli. Bu yaşlı amcayı da hayal gücümüzün
yarattığı bir korku karakterine büründürmüştük. Her akşam sırtında dolu ve eski
bir çuval ile binaya giren yaşlı amcayı gizlice izlerdik. Korkumuzun sebebi,
sırtındaki çuvalda ufak çocukları evine götürdüğünü ve karısıyla bu çocukları
yediklerini düşünmemizdi. Bu çuvaldaki çocukları kurtarma planları yapar; fakat
her akşam korkarak sesimiz çıkmadan sadece izlemekle yetinirdik. Derken bir gün
bu yaşlı çift de binamızdan taşındı. Mahallenin çocukları olarak çok
sevinirken, nereden bilebilirdik ki, birlik apartmanının renklerini teker teker
kaybettiğini, gizemli dillerden birinin eksildiğini…
Artık ilkokulu bitirip de biraz
daha akıllanınca, bir gün babam bana yaşlı amcanın yıllardır esnaflık yaptığını
anlatmıştı, sırtındaki çuvalda ise sadece önemsiz öteberisini taşırmış. Ermeni
olduklarını ve sadece Birlik Apartmanı’ndan değil, şehrimizden ve ülkemizden de
göç ettiklerini söylemişti. Tıpkı Şefik, Jaklin, Ömer, Fethiye, yaşlı çift ve
binlerce diğer Anadolulu Ermeni gibi… “Neden” diye sormuştum ama babamın açıklamasını
ve ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım.
Aradan yıllar geçti, ben bir
büyüdüm hayallerim iki küçüldü, hayallerim iki küçüldü ben üç büyüdüm. Ve
öğrendim…
Önce yakaların neden farklı
olduğunu öğrendim. İnsanlar arasındaki eşitsizliği gözlemek yetti bu farklılığı
anlamak için: daha ufacıkken bazı arkadaşlarımın neden çizmelerinin olmadığını,
neden bisiklete binemeden bizi izlediklerini anladım.
Zazaca’yı, Kürtçe’yi ve Ermenice’yi
okulda hiç öğrenemeyeceğimi gayet iyi anladım. Bu dillerin öğretilmesi şöyle
dursun, bu dilleri konuşan insanların hor görüldüğüne bile şahit oldum.
Birlik Apartmanı’nın birliğinin
neden bozulduğunu da öğrendim, farklı olanın neden göç etmek zorunda bırakıldığını
da, göç etmeyenlerin başına neler gelebileceğini de…
Milliyetçilik denen duvara
tosladım milyonlarca 21. yüzyıl vatandaşı gibi. Düşünüyorum da sadece biraz
daha şanslıymışım bu satırları yazabildiğim için, okuduğunuz için sizler de
talihli sayılırsınız sanırım. Her hangi bir yerde doğmuş olmaktan, her hangi
bir ırka mensup olmaktan ötürü, doğduğumuz topraklardan göç etmek zorunda
kalabilir, soğuk bir namludan çıkan şerefsiz kurşunlara de hedef olabilirdik. Yaşamı ne kadar sevdiği gözlerinden anlaşılan,
daha çok anlatacakları olan, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm kurbanı on binlerce
dünya insanını ve göç etmek zorunda bırakılan milyonları düşündükçe…
Fikirlerinden ötürü katledilen
insanlar arasına Hrant Dink de katıldı maalesef. Ülkemizdeki Ermeni sorununu
diyalog ile çözmek isteyen, fikir adamı, her tanıyanının “dünya güzeli insandı”
dediği Hrant Dink’e sıkılan kalleş kurşunlar, bana da çocukluğumu hatırlattı,
alelade bir akşam medyanın nankörce, kendini aklamak için çabaladığı haberleri
izlerken. Diyarbakır’da 20 yıl önce aramızda hiç sorun olmadan yaşadığımız,
dünya güzeli Ermeni hemşerilerimi hatırladım. Diyarbakır’ın daracık sokakları olan
Ermeni Mahallesi Hançepek’te, elimde ikinci el bir Zennit marka fotoğraf makinesi,
dolaştığım ilk gençlik günlerimi hatırlattı. Aidiyetlerini bulamamış,
sadece atalarının kanları ile kendilerini ifade edebilen ırkçılara ve
akordu bozuk bir halde çalınan ırkçı ülkem havalarına karşı “Yaşasın halkların
kardeşliği!” tümcesini söyleyebileceğim her ortamda, daha sık ve daha sesli,
söylemem gerektiğini hatırladım. Milliyetçilik, faşizm, ırkçılık ve bütün ilkel
‘düşünmeme’, ‘düşünememe’ sistemlerini gömmemiz gerektiğini hatırlattı. En
önemlisi, bir insanın, bir babanın, eşin, amcanın, dayının yaşamının daha sona erdirildiğini
hatırlattı...
"
2007 yılında Gazete Odtülü'de yayınlanmıştır.