Saturday 26 February 2011

Ortadoğu'daki karmaşaya Erbil'den bakış

Arap dünyasında yaşanan ve diktatörlerin koltuklarını sallayan son gelişmeleri Erbil’den bakarak değerlendirmenin enteresan olacağını düşünüyorum.

Yaşanan bu gelişmelerin, istikrar konusunda kısmi sıkıntılar yaşayan bölgede bir takım toplumsal dinamiklerin harekete geçmesine dolaylı yoldan da olsa neden olduğunu söyleyebiliriz. Kuzey Irak’ta artan politizasyon diğer arap ülkeleri ile kıyaslanacak seviyede olmasa da gözle görülür bir hal almaya başladı. Herşeye rağmen, İki hafta önce Süleymaniye’de başlayan protestoları Tunus, Mısır ve Libya ile aynı çerçevede değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Kürtlerin protesto sebepleri de yönetimin şeffaflaşması, daha fazla demokrasi, yönetimde olduğu düşünülen rüşvet ve adam kayırma gibi sebepler olsa da bölgenin farklı değişkenlere sahip özelliklerinin iyi okunması gerekiyor.

Yıllardır hüküm süren tek adam yönetimindeki devletlerde meydana gelen toplumsal hareketlerin dolaylı olarak etkilediği Kuzey Iraklılar kendi dinamikleriyle sokaklarda memnun olmadıkları hükümetlerini eleştiriyorlar. Goran hareketinin önderliğinde gelişen bu organizasyonun, eş zamanlı gelişen arap ülkelerindeki diğer protestolar ile benzerliği ise sadece halkta psikolojik olarak bir eyleme geçme güdüsünü tetiklemiş olması.

Fakat, 25.02.2011 tarihinde üniversitelerin bir aylık tatil edilmesi, Erbil girişinde bulunan kontrol noktalarından şehre giriş çıkışların yasaklanması. Kürdistan Bölgesel hükümetin acele toplanması ve 17 maddelik görece reform paketi açıklaması aslında bu coğrafyada da değişime ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bu sınavı nasıl atlatacağı sadece kendi geleceklerini belirlemekle kalmayıp Kerkük ve Musul için de belirleyici olacak.

25.02.2011 tarihinde Kerkük’te yaşanan karışıklıklar sebebi ile, çok sayıda peşmerge kuvvetinin Kerkük ve çevresine naklinin yapılması, Irak Hükümetinin eylemsiz kalması gerekçesi ile açıklandı. Çok enteresandır ki bu çok önemli haber Türk Medyasında yer almadı. Goran hareketinin Kürt oylarını bölmesi ile yönetimini kaybettikleri Kerkük’e, Kürtlerin, Türkmenlerin ve Arapların güvenliklerini sağlamak için girdiğini açıklayan peşmerge kuvvetleri, sanırım bölgeden kolay kolay çıkmayacak ve Kerkük sorununun çözümünün ötelenmesine de sebep olacaklar. Yakında Türk medyasında Kerkük ile ilgili provakatif haberler görmeyi de bekliyorum.

Dün akşam Erbil sokaklarında Kürdistan federal yönetimi bayraklarıyla şehri dolaşan konvoyların olması, halkın, düzeltilecek şeylerin olduğunu gördüğünü fakat bölgesel yönetimlerinin devamı için birlik olmaları gerektiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor aslında. Konuştuğum insanlar da aynı görüşteler. Hemen yanı başlarında kaynar kazan durumunda olan Musul ve bir takım güçler tarafından sürekli kaynatılmaya çalışılan Kerkük örnekleri görüldüğünde can güvenliği, şeffaf yönetim anlayışının ve diğer isteklerin önüne geçiyor. Uzun soluklu bir demokrasi mücadelesine, bu şartlar altında girmeleri kolay da değil aslında Kürtlerin. Türkiye’nin 88 yıldır süren ve hala da varılamamış demokrasi mücadelesi kadar uzamaması ise tek dileğim.

Konumuza dönecek olursak, Türkmen Cephesi bir açıklama yaptı ve gösterilere katılmayacaklarını bildirdi ve Erbil’de halk bayraklarla sokaklarda. Yaşanan bu olaylar, hükümetin güven tazelemesine de sebep oldu Süleymaniye dışındaki bölgelerde. Süleymaniye ise kendine has dinamiklere sahip bir bölge. Halkının eğitim düzeyi diğer bölgelere oranla daha yüksek. Özelikle protestoların ilk gününde güvenlik güçlerini silah kullanmasını, yönetimin şeffaflaşmasını ve bölgelerine daha az yatırım yapılmasını protesto ediyorlar. Süleymaniye Talabani’nin Bölgesi ve Uzun yıllar Barzani güçleri ile savaştıkları da düşünülünce geçmişin getirdiği bazı birikmişliklerin de olabileceğini düşünüyorum bu protestolarda. Goran Hareketinin en güçlü olduğu bölge olan Süleymaniye’nin sesini dinleyecek mi bölgesel yönetim? Bunu zaman gösterecek.

Kürtlerin Kerkük Yönetimi Araplara kaptırmasına neden olan Goran Hareketi, Erbil’de ayrılıkçılar olarak görülüyor. Süleymaniye’de yaşanan olayların ardından Erbil’de ve Dohuk’ta Goran hareketine ait büroların yağmalanması da Kürt yönetiminin muhalefete hazır olmadığını da gösteriyor. Bence asıl aşmaları gereken sorun muhalefeti sindirebilmek.

Bölgeye huzurun hakim olması burada yaşayanların en büyük dileği. Bu huzurun da kolay bozulabileceğini sanmıyorum. Kuzey Irak'ın sahip olduğu güvenliğin bütün Irak'a yayılmasını dilemekten sanırım güzel bir temenni olacak..

Wednesday 23 February 2011

"Gizel"

Ey Biutiful' ı izlemeyen cemaati müslimin!
Tiz zamanda Alejandro González Iñárritu gardaşınızın bahsi geçen filmi izlene!Zira ilgili yazısı müteakiben gelecektir.

Hürmetlen...

Emeğimizi hep görelim, gitmesin hiç zaya

Ardılcım,
Baharcım,

Bilirim bunu pek seversiniz...

Başlangıçtakı kısa konuşmaya ithafen, Muharrem dayıyı görüyorum ve arttırıyorum: Müzik insanın kendine yakışanı giymesidir.


Meraklısına not: Çok ilginçtir, şair burda erkeğe seslenmiyor.
[Köriyıs ket, piliyz not det dis iz nat meyl or fimeyl bat male]

Saturday 19 February 2011

Rüya

Sabah denişik bir rüyadan uyandım: Ece Temelkuran'la birbirimize karşı boş değilmişiz...

Gazete okumaya bi ara mı versem acaba? Nayır, nayır... Medyanın bi günahı yok, Ece'nin günahı hiç yok. Bu yalnızlığa, tek tüfekliğe bi ara ver(e)mediğim için galiba bu rüyalar :)

Ama Ece'yi de çok severim. Özgür'ü de pek çok severim. En iyisi, "hayırdır inşallah"ımı Özgür ve Ece için kullanayım kendimden uzaklaşayım.

"Seni baharmışın gibi düşünüyorum, seni..."

Her seferinde gözlerim dola dola gittiğim memleketime yola çıkalım mı bu sefer?

Nedendir bilmem sanki sürmüşler de beni memleketimden, her gidişimde hasretini yaşıyorum en derinimde.Her seferinde kulağımda Ahmed (Arif) abe ile giriş yapıyorum Amed’e. Öğütlerini dinliyor gibiyim abimin, ciğerden sesiyle Ahmed Arif’in.

Diyorum ya memleket hasreti yaşadığım ama Ahmed abi alıyor yüreğimden hasreti iki çift kelamıyla;

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip..
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının
Dayan kitap ile,
Dayan diş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.


Devam ediyorum.Umutla ama bu sefer…


Çocukken Hasanpaşa Hanı, önünden geçerken içine bakmaya çalıştığım hanlardandı. Tıpkı yine Diyarbakır’daki Deliller Hanı ve diğerleri gibi…
Annemse hep ellerimden çeke çeke “hadi kızıııım!” derdi. O zamanlardan kalma meraklılığım: )
Hep sorular sorduğumu hatırlıyorum. Belki her çocuk kadar ama bana mantıklı gelen bir cevap bulduğumda sustuğumu da hatırlıyorum!

İçinde yaşadığım şehrin hikayesini hep yaşamışım. Şehirden ayrıldığımda fark ettim.
Çocukken yediğim pekmezli yumurta kokusunu alınca hatırlıyorum hikayenin bir detayını daha, tıpkı diğer detayları gibi. Her gün az çok birazını yaşıyorum bu hikayenin evimde, annem ve kardeşlerimle.

Peki ya hikayenin geri kalanı?

Parçaları ancak Amed’in ta kendisinde bulabiliyorum. Her geldiğimde gözümü dolduran, yüzümü gülümseten bir o kadar da içimi coşturan, heyecanlandıran detaylarla karşılaşınca fark ediyorum güzelliğini herşeyin..
Yaşadığım bir hikaye var evet,ama bu aynı zamanda unutmaya başladığım bir hikaye. Diyarbekir’ i çok seviyorum,kokluyorum, soluyorum ve her girdiğimde yaşıyorum bir daha.

Karacadağ kokusu sinmiş tohumumuza bir kere!

Boşuna mıdır ki, Ahmed abi birini sevmeyi, düşünmeyi, Diyarbekir’î düşünmek, sevmek gibi anlatır?

Açar,
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan...
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı.


Özlüyorum evet...

Amed' i detaylarıyla, uzun uzun başka bir yazıda anlatmak sözüm olsun.

Bir şehri duygusuz, hissetmeden anlatmak mümkün mü ki?

Erbil'de bir mekan, Costa Rica Coffee

Erbil'e gelmeden önce şehri araştırmak istediğimde çok az kaynak bulmuştum. bu sebeple şehrin mekanlarını anlatmanın iyi olacağını düşündüm. Seriye de Costa Rica Coffee ile başlıyorum..


Erbil'de hızlı internet ve güzel kahve için her zaman Costa Rica Coffee


Cafe, Erbil'de geçirdiğim ilk 2 ay, internete eriştiğim, iş stresinden ve de iş arkadaşlarımdan uzaklaştığım bir mekan olarak birinci sırada yerini almayı hak ediyor. Gulan caddesi üzerinde bulunan cafe, Musul yolundan Gulan'a girildiğinde, Erbil Rotana Otel'i geçtikten hemen sonra, 250 m ilerde solda bulunuyor. Duyduğuma göre İngilterede bulunan bir cafeler zincirinin Erbil ayağıymış. Kahveleri gayet güzel ve New York Cheese Cake'i de gerçekten tadılmaya değer. Cafe'nin müdavimleri genelde yabancılar olmakla beraber Erbil gençliği için de sohbet ortamı olan mekan akşamları bir hayli kalabalık oluyor. Gündüzleri ise dingin bir yer olarak çalışmaya ve kitap okumaya da müsait.

Cafe'nin fiyatları ise Türkiye'de gidilecek orta-üst seviye bir cafe ile aynı diyebilirim. 5 dolara güzel bir medium americano içip, 4 dolara mediım çay içebileceğiniz mekanda, 5 dolara da cheese cake yiyebilirsiniz. Fakat bu fiyatlar Erbil için ucuz değil. Kale civarında güzel bir kaçak çayı 250 kuruşa, yarım ekmek döneri 1.5 tl'ye alabildiğinizi düşünürseniz mekanın pahalılığını canlandırabilirsiniz.

Dekorasyonu gayet modern tasarnalmış olan Cafe'nin benim üzerimde huzur bırakan bir etkisi var. Cam ve alüminyum iki yarım duvarın, fıstık yeşili, bordo ve turuncu renklerle tamamlanması ve ışıklandırma sisteminin de bunda etkisi büyük. Koltuk-sehpa, masa-sandalye ve masa-koltuk şeklinde oturma düzeni ile de her türden omurgaya hitap eden anatomik bir oturma seçkisine de sahip cafemiz.



Cafenin en belirgin özelliği ise çalışanlarının Kürt ya da Arap olmamaları. Nepal, Etiyopya ve Hindistan'dan gelen güleryüzlü gençlerin işlettiği cafede iletişim dili de haliyle İngilizce. Erbil'de hizmet sektöründe çalışan çok fazla yabancı var. Çalışma vizesi almanın kolaylığı ve ülkelerinin ağır ekonomik sorunları, ülkelerine gönderebilecekleri birkaç yüz dolar için bu gençleri yurtlarından uzakta çalışmaya yönlendiriyor. Özellikle hizmet sektöründe çalışan yabancıların çok olmasının bir sebebi de yerel halkın çalışma konusunda isteksizliği diyebilirim. özellikle kadınlar iş hayatının dışında olduğu için, zengin kürtler temizlik, çocuk bakıcılığı gibi bayan gerektiren iş gücü için Etiyopya'lı genç kızları çalıştırıyorlar. Erbil'de istihdan üzerine bir yazı yazdığımda daha geniş olarak açıklayacağım bu detayı şimdilik geçiyorum.
..
Bir sigara içip yazmaya devam edeceğim. Evet, Costa Rica Cafe'deyim ve burada sigara içmek yasak..
..
Erbil'de kapalı ve açık ortamlarda sigara içmek genelde serbest olduğu halde Cafe Costa Rica'da sigara içmenin yasak olması da mekanı ayıran bir detay.

Cafe'de bulunan iki dev ekranda sürekli cnn international açık. Başka müzik de yok kanal da. zaten kimsenin tv izlediğini de görmedim şimdiye kadar aslına bakarsanız.


Costa Rica Cafe uzun süre, en azından alternatifleri açılıncaya dek, geleceğim bir yer olacak gibi duruyor..

Fiyat için 3 yıldız verdiğim mekana, tadları için 4 yıldız, mekan tasarımı için ise 5yıldız veriyorum..


Müzük



Herhalde hayatımdaki en önemli uğraş müzik(şşhh matematik duymasın!)...
İlerde bir gün birşeyler yapıyor olacağıma eminim müzikle ilgili ama herşey zamanını beklermiş ya ben de köşemdeyim, zamanımı bekliyorum.Aman ha sahnelerde boy göstereceğim zamanı beklediğim anlaşılmasın:P
Sadece doğru zamanımı bekliyorum.İleride daha aktif ilgileneceğime hiç şüphem yok müzikle ama şu an o motivasyonda değilim. Eskiden ilgilenirdim ama şimdilerde sadece dinliyorum. Yoksa hiç bir zaman ertelemiş değilim müzik ile ilgili heyecanlarımı.

Müzik dinlemeye dair ilgim herhangi bir çocuktan farksızdı aslına bakarsanız,her çocuk müzük sever değil mi?Ama belki herhangi bir çocuktan farklı olarak annemin hep (hemen her zaman) anlattığı hikayeyi yaşayarak büyüdüm.
"Televizyonun karşısında put kesilmiş çalan şarkıyı dinlerdi,çıtı bile çıkmadan.Şarkı bittikten sonrada evin içinde şarkıyı söylerdi.Hiç anlayamazdık bir kere dinleyip nasıl hafızaya alıyor bu kız diye?"
Artık ne kadar seviyormuşsam dinlemeyi...



Ha bu hikayeden sakın her şarkının türkünün sözünü bir kerede ezberlediğim anlaşılmasın. Sadece dağarcığım çok geniştir. İlk kıtadan sonrası nanay bende...
Hala türkülerde herkes bana güvenip başlayayım mı der bende başla dedikten sonra türkü 2. kıtasında son bulur:)
Çok gereksiz şarkıları da maalesef bir kere dinlemeye göreyim, kesin nakaratını saçmasapan yerlerde mırıldanırken yanımdakilerin şaşkınlıkla karışık donuk bakışları ile karşılaşıyorum!

Müzik hayatımın hep her yerindeydi...
Derken bana müzisyen bir sevgili verdi bu hayat,sanıyorum bu sevgim içime sığamamış.Ya da müziği hayatımın her yerine sokunca sadece müzikle ilgilenenlerle ilgilenmiş bulunmuşum.Size bir sır eski manitam da güzel bağlama çalardı,şşşhh kimseler duymasın!!

İlk maaşımla kendime bir müzik arşivi yapmaya söz verdiğimi hatırlıyorum.O zamandan beri itina ile küçük sermayeye,kasetçilere para kazandırmaya çalışıyorum.Kalan tek kasetçi karanfildeki "Gizem Müzik".Bende daimi müsterileriyim.Ben girdiğimde hiç sesleri çıkmaz,yeni çıkanlara bir bakarım ya da rafları karıştırırım. Hiç sormazlar ne arıyorsunuz diye,alıştılar bana senelerdir:)
p.s. Dost,D&R gibi müzik marketlerden hoşlanmıyorum+alışveriş yapmıyorum.

Arşiv çalışmalarım hızla devam ediyor hala...

İnsanlara özlemlerimi,hayatımın önemli dönemlerini hep o dönemlere yüklediğim müziklerle hatırlıyorum.Bilmem garip mi ama bazı dönemleri hatırlarken o dönemde hayatımdaki ezgi geliyor aklıma.
Misal üniversite hayatımı düşününce aklıma Ankara'nın zamanının en ünlü mekanlarından Fikrim Bar geliyor. Orası ve orada dinlediğim muhteşem türküler, burnumun dibinde bana türkü söyleyen,derin adamlar,kadınlar...



p.s. Fikrim'den eser kalmadı artık SSK(bkz.Fikrim Bar,SSK İşhanı) dan ayrılalı yıllar oldu ama taşındığı yerden de ayrıldı şimdi,sanıyorum borçları yüzünden kapatılmış.Uzundur kapalıydı.Şimdi sakarya dışında bir yerde meşrutiyete çıkan bir sokakta(bkz. hatay sok.) yeni mekanlarını bugün açtılar.
Biz de burada daha mafyasız,temiz,müzisyenine emeğinin karşılığını veren,sosyalist geçinip daha emek kavramını hayatına sokamamış kafaların olmadığı bir Fikrim dileyerek,yeni mekanlarına hayır dileyelim ya'rabdan...

Hatırladığım en güzel konser sanıyorum 2005'te Fikrim'deki Cengiz Özkan konseriydi...
Bitlis yarışma ekibinde oynuyordum.Çalışmadan çıkmış kan-ter içinde eşofmanlarımla kendimi SSK' ya atmıştım,eşofmanın SSK'da çok faydalı bir şey olduğunu o zaman öğrenmiştim.Hiç sarkanınız olmuyor,erkek meemelesi gördüğünüzden olsa gerek,ooooh bir güzel çıkıyordum ki katları neden bu kadar zaman üstüm başım düzgün gitmeye gayret etmişim demekten alamamıştım kendimi.Zaten ondan sonra üniversite 3-4. sınıflar süklüm püklüm geçti...

Bize yanlışlıkla olsa gerek Cengiz babanın tam önündeki masa düşmüştü.O kadar etkilenmiştim ki O'nu o kadar yakından hissettiğimden kelli sanırım.
Çok derin güzel söyler kendisi.Hele ki serde gençlik aşk ateşiyle beraber varsa.

Çokta pahalıydı giriş ha,o detayı atladım sanmayın,zamanının parasıyla ki yıl 2005,yer sittiripohtan fikrim ama giriş 1O Milyor!

Neysem Fikrim'in yeri ayrıdır,bana sevdiceğimi kattığı için de.O yüzden pek laf edemem hala gidelim dediklerinde ayda yılda bir,ulen çakallar ben de olmasam kessin batmıştız ha!

Konsere dönelim konsere biz en iyisi tekrardan;
En önden bağlamasının akustik sesini dinliyordum zaten,sesinin de en çıplak halini.En ön masaya ses sitemi kar etmez malum,kolonlardan uzaksın o da malumunuz...
Ellaam adamı gözyaşlarıyla dinlediğimi hatırlıyorum.Hele ki hiç ama hiç unutamadığım bir "aşk bağrımda yar'açtı" söyleyişi vardı ki artık kalkmak istedim kalkamadım masadan, kafamı önüme eğip deriiiin bir iç çekip "Allahım!" dediğimi bir hayat daha verseler hatırlarım herhalde.Ne konserdi,peeh!Hiç içmemiştim hatırlıyorum. 1 bira da beleşti verdim birine gitti o kederle!
Niye mi içmedim?Bir de içseydim oy oy oy...

En kötü konseri hatırlamıyorum be bulutum!En güzelini hatırlayınca aklıma kötüsü gelsin istemedin herhal..

Hatırlar mıydınız?;

"Sadece Sizin Anlattıklarınıza İnandım..."



Friday 18 February 2011

Gidilen en iyi ve en kötü konser

Gençler madem, bişey yazmıyonuz (o gendini biliyo, o var ya ooo) bari ortaklaşa bir şey yazalım. Bu fikri aslında NTV'den çaldım ama zaten klasik sorudur: Gittiğiniz en iyi ve en kötü konser hangisiydi?

En iyisi için tek bir konser bulup çıkarmak zor oldu benim için, sanırım daha bi klaymeks bi orgaazım konseri olsun daha tam yaşamadım, ama en kötüyü rahatlıkla söylerim: Edinburgh'da yaklaşık iki sene önce gitmiştim. Orta yaşlı gitar çalmayı bilmeyen bir amca, Royal Oak Pub denen aslında kaliteli Scottish-Irish folk sanatçılarını çıkaran bir mekan (ki gittiğim o türdeki en iyi dinletiye de bir sene öncesinde gene burda gittim). Hem de önceki konserin gazıyla bizim Ozanla Asu'yu da olaya alet ettim. Amca gitar çalmayı da bilmiyodu, sesi de kötüydü, sözleri de unutup duruyordu. Daha nasıl sıçılabilir bilemiyorum.

Sanırım en iyisi için Ankara'da ailecek dinlediğimiz 1997'de Hipodrom'da gerçekleşmiş (sözde son) Zülfü Livaneli konserini diyebilirim. Gayrı-resmi rakamlara göre yarım milyon kişi oradaydı. Eş-değer bir diğeri de rahmetlik Cem Karaca'nın kapalı bir mekanda, 2002 baharındaki Ankara konseriydi. Cem Karaca'nın çalıştığı gruplar arasında en vasat eşliği yapan Kurtalan'la birlikteydi. Barış Manço öleli daha bikaç yıl olmuş, sonrasında bi dönem Cem Karaca'ya eşlik etmişlerdi. Resmen biraz selebritik bir buluşmaydı. Cem Baba'nın müzmin varyetik tipi o sıralar aşağıdaki gibiydi. Tahmin ediyorum ki kendisinin klasik konserlerinden biriydi, ama benim için bir unutulmazdı. Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya dahil, hiçbir efsanenin canlı konserini yakalayamamış bir müzik sever olarak canlı dinleyebildiğim nadır efsanelerimizden biriydi. Biraz da ondan özeldir benim için...

Wednesday 16 February 2011

Bir Fars Atasözü

hayata dair,
"her an çi bigendet neme keş zenend. vay birazî kê bigendet nemek"
Farsça konuşan bir arkadaştan duyduğumdan yazdığım bu atasözünün yanlış yazılmış olma ihtimali yüksektir. İran'da doğmuş, orada büyümüş arkadaşın stresli iş ortamında yerine cuk oturan bir atasözü olarak kayıtlara geçsin. türkçesi ise şöyle;

"herşey koksa ona tuz vuralar, vay o güne ki tuz koksa !"

Hayatını, sahip olduklarını sürekli korumak zorunda olanlara aitmiş gibi geliyor bu atasözü. ama az vazgeçmiş, biraz şaşmış, karamsar ve de edilgen olanlara yakışır. Aslında bu atasözünün altına çok şey yazılır da, altını dolduracak kelimeler bütünlüğüne ulaşamamaktayım. 3-4 gündür zihnimde dolanıyor olduğunu biliyorum sadece. nereye çeksem oturuyor hayata dair. joker gibi laflar..

Bir de sanırım tuzun çoktaaaaan kokmaya başladığı zamanlar yaşamaktayız..

Fars atasözleri devam edecek.. daha umutlu ve "yaralara tuz bastıran" cinsten olanları paylaşmak ümidiyle..







Monday 14 February 2011

Bûseha-ye Beyhude (Useless Kisses)

Bugün, İran geleneksel müziğinin devrimci sesi Mohsen Namjoo'nun yeni albümü çıktı. Dün de Stanford'da bir partiyle tanıtıldı.


Beni İran müziğine çözülmüyecek derecede bağlayan insandır kendisi. Akustik geleneksel doğu şan müziğini yeni tekniklerle birleştirmesi, kurallara aldırmadan içinden geldiği gibi söylemesi beni kendine çekti. İranlı arkadaşlardan öğrendiklerim ve kendi takip edebildiklerim kadarıyla şöyle bir süreç yaşadı.

Bundan önceki Muhalif müziğine ve kişiliğine rağmen ülkede epeyi bir süre sağ kalabilmeyi başardı. İran dışında seslendirdiği devrimi ve Irak savaşı ile ülkenin başına gelenleri dillendirdiği aşağıdaki parça yüzünden başı belaya girmeye başladı ve kız arkadaşının yaşadığı Avusturya'ya göçtü.


Konser için gittiği Stanford'da İranlı öğrencilerin de desteğiyle burada doktora yapmaya karar verdi. En çok kahrolduğum şey ise bikaç yıl öncesine kadar birbirinden kaliteli altı albüm çıkarmış, onlarca konser vermiş, genç İranlıları peşinden kovalatmış bu adama doktora yaptırmak için Stanford'un bir tam bursu çok görmesiydi. İran'da uluslararası telif hakları zaten geçerli değil, satış rakamı vermek mümkün değil. Eminim dünyada İran'dan daha çok tanınmış ve sevilmiştir. Sadece eğitim parası binlerce dolar olan doktoranın yarısı gönüllerinden kopmuş hazretlerin, buna karşılık kalan masraflar için Stanford'lu İranlı öğrenciler yardım konserleri düzenliyorlardı. Sonra ses çıkmadı, herhalde devam ediyordur diye umuyorum.

Çok yaşa Mohsen!
Xestê nebaşî
خسته نبشی

Günün mana ve önemine dair Siverek'ten bir hezeyan




Bi de en sevdiğim tek kelimelik cümlelerden "kızımsızım" var. Olmazsa olmaz.


Sunday 13 February 2011

Asadur Amca'yla bir pazar günü

Bugün Asadur Amca beni evine davet etti. Burunç olaraktan bir yemek yedik, çay içtik. Sağolsun elleriyle epey zahmetli yemekler ve tatlılar hazırlamış. Çoğu da adını duyduğum fakat denemeye mekan bulamadığım Ermeni yemekleriydi. Biraz iştah açabilir ama paylaşılması elzemdir :) Menü aşağıdaki şekilde etraftan çalıp çırptığım fotolarla desteklenmiştir efenim. Linklerde de tarifleri mevcut, ben sade tadımdaki güzellikleri kısaca yazıya dökmeye çalışacağım, heheh :)

Pide ekmeği arası zahter, patlıcan, zeytin
Bizde dağ kekiğine zahter derler malum, fakat Araplarda çok yaygın olup za'atar (زعتر‎) diye bilinen karışım suriye kekiği adıyla sınıflandırılmış bir kekik türünün susam, sumak ve zeytinyağı ile harmanlanmış hali. Bunun hazırlanması lahmacun gibi fakat et karışımı yerine hamur üzerine zahter karışımı sürülerek fırına verilmesi şeklinde. Fakat buradaki Arap arkadaşlar fırın bulamadıkları için tost ekmeği arasına sürüp tostunu yapmak şeklinde alternatif bir çözüm üretiyorlar.

Asadur Amca, bir önceki yazıda dediğim gibi Konya asıllı ama Lübnan Ermenisi. Lübnan versiyonlu bir zahterli ekmek yedik girişte. Aşağıdaki resimde ve altındaki tarifte orijinali var, ama tabi burda pide olmadığı için nân denen mayasız küçük lavaşın arasında yedik. Vallahi kraldı. Patlıcan kullanımı pek yaygın değilmiş, siyah zeytin de araya koyunca en süper bi fesfud oldu.


Topik:

"Yine mi güzeliz yine mi çiçek
Hamdolsun
Taze mi bitti topik
Canın sağolsun" (burdan yakın)

bu güzelim rakı sofrası şaheseri meğersem Meral Okay The Magnificent'ın sözleriyle gelmiş bize ve fakat bildiğimiz Ara Dinkjian pirimizin bestesi. Sezen Aksu ve Cihan Okan zaman içinde ses vere geldi, sağolsun varolsunlar.

Bu şarkıyla Türkiye'ye meşhur edilen meşhur Ermeni mezesi topik yapmış bir de Asadur Amca ki, resimlerini görürdüm ama yapılış olarak kafamda büyütürdüm. Meğersem gördüm ki basit ve çok şık bir meze.

Dışı humus ve az miktar patates püresi, içi de tahin, soğan ve maydanoz istenirse ek baharatlar ve çam fıstığı vs. Bir beze alınıp az daha pişiriliyor, bu güzel adını veren şeklini de ordan alıyor. Bol limonlayalım yerken lütfen.


Konya doğumlu ve sadece Türkçe konuşabilen, Asadur Amca'ya 15 yaşına kadar yoldaşlık etmiş ve annesinden babasından çok sevdiği babaannesi bu yemeği ıspanak yerine pazıyla da yaparmış. Yine çok basit, ama yukardakiler kadar güzeldi. Aşağıdaki kadar görünüşü karışık değil, iki ana malzemenin haricinde soğanı da var o kadar.

http://www.ustaasci.com/mercimekliispanak.htm

Füme uskumru salatası:
Bu daha Avrupaî bir salataydı, artık patlamak üzereydim ama pek güzeldi. Yavaş yavaş olsa da yedim bitirdim :) İçerik olarak füme uskumru, avokado, minik taze frenk fasulyesi (haricot), soğan, haşlanmış patates, enginar ve yeşillik vardı. Yalnız ek olarak, taze sarımsak da vardı ki salata da hiç yememiştim ki hale ağzıma geliyi afedersiniz.


Anuşabur:
Bu da başka bir Ermeni klasiği, aslında tam bir Anadolu tatlısı. Anuşabur'un tatlı olduğunu bilmiyordum fakat Norradyo'da yapılan programların birinin adı olarak aklımda kalmıştı. Buğday ve arpa, pekmez içinde kuru üzüm, kuru kayısı gibi yemişlerle pişiyor ve son aşamada fındık ve cevizle karıştırılıyor. Yenirken hafif sıcak veya ılık bir şekilde yeniyor. Ermeniler İsa'nın doğumunu Ortodokslarla bir olarak 6 Ocak'ta kutluyorlar. Bu da kış tatlısı olmasının haricinde 6 Ocak'ın olmazsa olmazı imiş. Çok enteresan bir ortaklıktır, İngilizlere mahsus christmas pudding denen bol kuru meyveli bir kek türüne sadece içerik olarak çok benzemiyor, aynı zamanda İngilizler de kendi meşreplerindeki 24 Aralık'ta bunu sofralarında bulunduruyorlar.

D'ingilizin last but not the least dediği hesap, son tatlı en güzeliydi. Bizde kereviç denirmiş, internetin yalancısıyım. Asadur amca Türkiye'de hiç görmediğini söyledi. Ben de denk gelmedim, veya kuru pasta deyip geçmiş olabilirim. Arapların ma'mul dediği bu tatlıyı da bi yandan çaylan yiyoruz bi yandan muhabbet ediyoruz. Ben, bulmak pek mümkün değil ama, pastahaneden almış falan zannediyordum. Pastahane mamülü olamayacak kadar taze ve ev yapımı bir ma'muldu, fakat o kadar özenli ve prezantabldı (her biri pudralanmış ve tek tek yağlı kağıtlara sarılmııştı). Bunu da kendisi yapmış. Çok şaşırdım, yemek işinde çok iyi bizim Asadur Amca. Yanda görülen tokaçımsı kalıbı bile vardı evde. Yine aşağıdaki tarifte unla yapmışlar ama Asadur amca irmikle sevdiğini söylüyordu ve bence de öyle çok güzeldi.

Tereyağında kavrulmuş irmik kalıba basılıyor, ortasına Lübnan işi olduğundan hurma ezmesi vardı. Bence böyle harika, ama fındık fıstık vs. ile de klasik bi pastane işi kuru pasta formatına da sokulabilir.
İşte böyle :) Yemeklerimize etimoloji ve dil muhabbeti eşlik etti. Vakit su gibi akıp geçti. Evi cilt cilt sözlük kaynıyor. Ermenice, Türkçe, Fransızca ve İngilizcesi çok iyi. Orta düzeyde Almanca ve Arapça, başlangıç düzeyinde Rusça ve Farsça biliyor. Asıl işi baba mesleği marangozluk. Bu mevzuyu da başka bi zaman anlatırım.

Sunday 6 February 2011

bir woody allen kahramanı, louis levy.

woody allen'ın "crimes and misdemeanors" adlı enfes filmindeki hayali profesörüdür louis levy.



filmde birkaç monolog vardır. televizyondan konuşur louis levy. vermek istediği mesajı hayali bir profesör ile vermek ancak woody allen'ın tarzı olacak kadar ironidir.
şöyle der sanki üstad;

"ulen iyi izleyin hınzırlar! ciddi birşey söylüyorum. ben dersem sallamazsınız ama size aşmış bir yahudi profesör yarattım bari onu dinleyin. bundan gayrı birşey değildir hayat"

ve louis levy konuşur;


---spoiler---


"..ilk israillilerin inançlarının temelinde onlara değer veren bir tanrı vardı. onlara değer veriyordu ama aynı zamanda onların da ahlaklı olmalarını istiyordu. paradoks burada başlıyor. tanrının bizden ilk beklentisi nedir? tanrı, ibrahim'den bricik oğlunu kendisi için kurban etmesini istedi. başka bir deyişle, binlerce yıllık çabaya rağmen hala tam anlamıyla sevecen bir tanrı imajı oluşturmayı başaramadık. bu bizim kapasitemizi aşıyor."

filmin ilerleyen kesiminde;

"Şunu hiç unutmamalıyız: Daha doğar doğmaz,bizi hayatta kalmaya ikna edecek çok büyük bir sevgiye ihtiyaç duyarız. O sevgiyi bir kez elde ettik mi,bize daima eşlik eder. Ama evren soğuk bir yerdir. Onu duygularımızla dolduran bizleriz. Yine de bazı şartlar altında, artık buna değmeyeceği hissine de kapılabiliriz."

ve sonunda;

"hepimiz, hayatımız boyunca bazı seçimler yapmak durumunda kalırız. ahlaki seçimler. bazıları sıradan, bazılarıyla hayati seçimler. ama her halükarda bizi biz yapan seçimler. ne de olsa son tahlilde, her insan yaptığı seçimlerin bir toplamıdır. olaylar hiç ummadığımız bir biçimde, hatta adaletsizce gelişebilir. öyle ki; varoluşun tasarımında insanoğlunun mutluluğunun hiç hesaba katılmamış olduğunu bile düşünebilirsiniz. çünkü sadece biz, sahip olduğumuz sevme kapasitesiyle bu kayıtsız dünyaya anlam kazandırabiliriz. ancak pek çok insan, mutluluğun peşinde inatla koşmaya devam ediyor. ve bazen ona ulaşıyor da. basit şeyler sayesinde; tıpkı aile gibi, iş gibi, ya da gelecek nesillerin daha anlayışlı olma umudu gibi."

---çok ciddi spoiler başlıyor---

filminde kendi yarattığı hümanist, entellektüel, yaşlı profesörü intihar ettirerek ve intihar ediş şekliyle de dalga geçerek kendiyle de kafa bulmayı becerir woody allen. film ise bambaşka hayatları anlatır. araya sıkıştırılmış çerez gibidir louis levy.

---spoilerlar bitti---


herkesin kendinden birşeyler bulabilir woody allen filmlerinde. new york aşığı, hınzır, huysuz, caz sever, her filminde yahudilikten bir şekilde bahsemeyi beceren woody allen'a çok geç kalmamak lazımdır..

Saturday 5 February 2011

Gönül hizmeti biraz da budur be...

http://video.ntvmsnbc.com/soguga-corbali-cozum.html
(embed-gömbed edilemiyor, ol sebepten videoyu izlemeden geçmeyin)

Seçim yatırımı sanmıştım ama, 4 senedir devam eden bir şeymiş, gerçi bu amca işi popülizm olarak yorumlamış. Elbette öyle görünüyor, son bilmem kaç senedir Üsküdar belediyesinin yediği bokları da biliyoruz (sahilde içenlere ceza kesip isimlerini websitesinde yayınlıyorlardı).

Asgari ücrete talim, kara kışın bağrında, sabahın kör karanlığında yoksullar ve herkes için düşünülmüş bir güzellik: boğazdan nemiyle karıyla acımadan vuran zalım poyraza karşı, içini sıcacık ısıtan bir tas çorba...

Friday 4 February 2011

Erbil-2

Erbil-2
Bölgeye bakış

Erbil’i anlamak için sanırım önce Kuzey Irak’ı anlamak lazım. 1990’ların başında görece bağımsızlığını ilan etmiş olan Kürt bölgesi, aslında 1970’te Molla Mustafa Barzani ile Saddam arasında yapılan özerklik anlaşması ile Erbil’de bulunan bir yerel parlemento ile özerkliğini kazanmıştır. 1980-1988 arasında devam eden İran-Irak savaşı öncesinde Saddam’ın Kürt Bakanları parlementodan atması ile tırmanan gerilim sonrası Kürtlerin savaşta taraf olması Irak merkezi yönetimi ile aralarını açar. 1991 yılında yaşanan Kürt intifadasına kadar olan süreye kadar da Saddam ile savaşarak yaşamaya çalışan Kürtler, Halepçe katliamı gibi yüzyılın büyük dramlarından birini yaşamışlardır. Halepçe, Irak’ın kuzey güney koridorunda önemli bir geçiş noktasıdır. Halepçe’nin düşmesi Saddam’ın kuzeydeki orduları ile bağlantısını koparmıştır. Bu sebepten dolayı Saddam, İran ile beraber Halepçe’yi ele geçirmiş olan KYB’ye (Kürdistan Yurtseverler Birliği) bağlı birliklere Halepçe’den çıkmamaları halinde kimyasal bomba kullanacağını söyleyerek tehdit etmiş ve birliklerin Halepçe’den çıkmamaları sebebiyle kimyasal silah kullanmıştır.

Yakın geçmişte büyük bedeller ödemiş olan Kürtler şimdilerde elde ettikleri özgürlüklerine sıkı sıkı sarılmaktalar. Dünyanın en kaliteli petrol rezervlerine sahip oldukları halde, elektrik ve su sıkıntısı çeken, kanalizasyonların açıkta aktığı şehirlerinin altyapılarını yeniliyor ve göğe yükselen binalar dikiyorlar.

Kürt bölgesi ırkların ve dinlerin iç içe yaşadığı bir coğrafya. Saddam’ın zulmünden kaçan azınlıklar, Keldaniler, Asuriler ve Türkmenler için de sığınak olmuş aslında Kürt coğrafyası. Türkiye, Suriye ve İran ile sınırı bulunan ve Bağdat yakınlarına kadar uzanan bölge son yıllarda yakaladığı istikrar ve ülke petrolünden aldığı pay ile hızla büyümekte. Irak’ta yaşanan bombalı saldırıların yaşanmadığı, KRG (Kurdistan Regional Government) özerkliğinde yönetilen coğrafya, Irak’ın diğer bölgeleri ile kıyaslanmayacak kadar da güvenli bir bölge. Asayiş adlı silahlı örgütün sıkı denetimleri sayesinde Irak’ın diğer kentlerde yaşanan bombalı saldırılara rastlanmıyor Kürt şehirlerinde.

Gece bile sarı tonları hissediliyor bu eski coğrafyanın. Tozdan perdenin gizlemeye çalıştığı kötü zaman hatıralarını unutmaya çalışan genç bir yaşlı gibi Erbil. Gençliği, dinamik büyümesinden. Yaşlılığı, ise insanların anlattıkları hikayelerdeki acıdan ve gözlerden belli yaşanmışlığın verdiği yorgunluktan. Mevsimin sonbahar olduğunu, yaprakların dökülmesi gerektiğini unutmuştu sanki doğa ve yaz akşamlarından kalma bir gece önümüzde uzanıyordu.

Bölge tam bir diller karmaşası. Türkiye ve bölgenin Türkiye sınırındaki bölgelerde konuşulan Kürtçeye “Badini” diyorlar. Dil kuzey güney ekseninde değişikliğe uğruyor denilebilir. Erbil, Süleymaniye ve Kerkük’te konuşulan “Sorani” ve daha güneyde, Halepçe’nin de aşağılarında konuşulan dil ise “Hawrami” olarak adlandırılıyor. İran-Irak sınırında yaşayan Gor’ların ise Türkiye’de konuşulan Zazaca’ya çok yakın bir dil olduğunu, kaynağımın söylentiler olduğunu söyleyerek belirtebilirim. Gramer yapıları aynı olan bu diller, komşu oldukları dillerden etkilenerek farklılıklara uğramışlar. Belirli bir süre beraber yaşayınca herhangi bir dile hakim olan biri diğer dilleri rahatlıkla anlayabiliyor.

25 yaşın üstündekiler Arapçayı çok iyi biliyorlar, İngilizce ise lise seviyesinde eğitim almış hemen herkesin konuşabildiği bir dil. Bunun yanında yörede yaşayan Türkmen’in konuştuğu Türkçeyi de ekleyebiliriz. Türkçe bilmek, Türk şirketlerinde çalışmak için avantaj olduğu için öğrenmeye çalışıyorlar. Bu kadar çok dilin konuşulduğu bir bölgede yaşamak keyifli oluyor.

Wednesday 2 February 2011

Kar ve Çay Üstünden Ev Hayatı...



Çay sevmeyen var mıdır ki?

Yalan olmasın üniversitenin 1. sınıfına kadar herhalde, ağzıma çay sürdüğümü bilmem. Bisküvi batırılıp içilen çaydan dahi denemişliğim yoktu.Neden bilmem..
Çayın herhangi bir çekiciliği olmadı benim için!
Taa ki ODTÜ'nün soğuğunun dermanının çay olduğunu anlayana kadar...
Hele de kar yağmışsa,memleketime.Memleketim dediysem ankara değil ha,ODTÜ'dür bahsettiğim. Sanki Ankara sınırlarında olan kısmı sadece projeksiyonu gibi,kalanı buraya ait değil ODTÜ'mün...

Kar,çay ve ODTÜ muhteşem üçlüsü.
Çay mevzusuna nereden mi geldim?





Kar yerden kalkmıyor bir süredir burada. Karın geleceğini belli ettiği gün hayatımda nadir hissettiğim ayazlardan birini yedim sanıyorum ki,tam karın yağdığı gece göğüs ağrımla başlayan bir hastalık haftasına girdim...
Bütün bir hafta ODTÜ'yü düşledim. Orada olmayı,çay içmeyi,çayla ısınmayı.Üşümeyi ve sonrasında ısınmayı...
ODTÜ uzak değil elbet ama halihazırda odanın kapısının bana olan uzaklığının varolan matematik bilgimi zorladığını düşünürsek, sanıyorum ODTÜ'nün yakınlığı-uzaklığı meselesi açıklığa kavuşacaktır.

Çayımı evde içtim elbet ama ODTÜ'nün o muhteşem havası ve manzarası yerine,odamdan kömür dolu şehri izledim.E tabii bir yere kadar.Bu da can!
Bende kendimi kitap okumaya verdim. O da bir yere kadar, gün 24 saat ki zaten bu hastalıkla sadece 4-5 saatinde uyuyabiliyorum,uyu,uyan,terle,öksür rahatsızlığıyla.
Kalan 20 saatin en az 10u elimde kalıyor(Hesaba geel!)

Derken hayatımda bir ilk yapıp zaping canavarı oldum...
Yüreğimin kesinlikle kaldıramayacağı saat 10-18 arasını keşfettim.Zira katiller,birbirinin malına göz dikmiş müstakbel gelin&damatlar ve kavgalar ile dolu dolu kapanmış durumda. Biraz izleyeyim diye açtın mı ya suratındaki kırışıklık eğilimini arttırıyorsun ya da küfür dağarcığını geliştirip zaplıyorsun.Sanırım şu an müthiş bir hızda zap yapabiliyorum kanallar arasında. Bir kanalın ne mal olduğunu anlamam milisaniye sürüyor diyebilirim...

Peki o saatleri denetlemeyen RTÜK ne yapıyor? Dikmiş gözünü dizilere(Dizi de izlediğimden değil ha!)...
Diziler şunu yayınlamalı bunu yayınlamamalı nutukları atıyor. "Fatmagül'ün suçu ne?" dizisi ile ilgili AKP'li bir vekilin konuşmasına denk geldim geçenlerde. Zat bu tarz dizilerin tecavüze özendirdiğini belirtiyor. Karşılık olarak ise senarist Barış Pirhasan amaçlarının tecavüze özendirmek değil, aksine bu ülkede bunların olmasını,bu yaşananların görmezden gelinmesini engellemek diye açıklıyor.
Fikir-zikir mevzusundan başkası değil bizim sıkıntımız bu memlekette anam.
Yasakla kardeşim bu memlekette herşeyi.
Eğer içki firması sponsorluğu varsa bir etkinliğin, 24 yaştan küçüğe alkol yok bu memlekette.Ama 18'den sonra bir insana herşeyi yapmaya yetkisi veriyorsunuz.Aile kurma, çocuk yapma(en az üç!),silah alma,adam öldürüp çocuk mahkemesinde yargılatarak daha az suç aldırma gibi bir sürü büyük şey yapabiliyor bir genç 18'inden sonra ama 24ü'nden önce yeterince büyümüş olmadığı için içki tüketemiyor.

Yasaklayın kardeşim yasaklayın ki bu ülkede yasakladıklarınız daha çok arzulansın,gerçekleşsin...

Sıkmayın canınızı siz. Hadi çayımızı içelim biz gene...

Güzel çayın nasıl demleneceğini anlatarak bitireyim yazımı. Sanmayın ki çaya geç başladım diye,kötü çay içiyorum. Şekersiz içip, daha güzel tadı yakalamayı karadenizli uşaklardan öğrendik eccük;

Demliğe toz çayı ekleyin.Ve bir miktar(dibini kapatacak kadar) soğuk su tutun üstüne.Ardından hemen süzün.Bu işlem çayın içindeki tozu süzecektir.Bunu bir kere daha yapın. Altta çay kaynarken temiz çay taneleri tozundan arınmış yapraklarını salacaktır(Türkiye'de berbat bir çay içtiğimizden yaprak göremememekteyiz çoğunlukla). Sonra demleyin çayınızı.Eğer çayınızın çabucacık demlenmesini istiyorsanız, demliği soğuk suya tutun ve tuttuktan sonra kapağını açıp kapatın.Bir daha aynı işlem ve çayınız hazır...

Bir güzel yudumlayıp karın keyfini çıkarın,evinizden çıkmadan,televizyon izlemeden tabii...