Wednesday 15 December 2010

Hüzün ve Belanın Ülkesi



Ahmet Kaya’yı kaybedişimizin 10. yılı…

Çocuk denecek yaştaydım ve çok ürkmüştüm o sahneyle. Magazin Gazetecileri Derneğinin o gecesinde neden kimsenin Ahmet Kaya’ya sahip çıkmadığını bir türlü anlayamamıştım. O’nun o masada mağrur, gururlu oturuşunu hatırlıyorum. Hareketsiz çatalların önüne, arkasına düşüşüne sıfır tepki verdiğini…
Her şeyin bir bedeli olduğunu anlatmaya çalışır gibiydi aslında o zamanlardaki gururu. Şimdi şimdi anlaşılıyor ya, gülünç kalıyor havada uçuşan çatallar, onuncu yıl marşları,feryat figan vatan naraları...
Çatalların hepsi havada kaldı artık. Kürtçe ise devletin kanalında artık. Devlet kendi eliyle zamanında fişini kesti vatandaşının. Şimdi ise kendisi aynı fişi her gün kendine kesiyor göstermelik televizyon kanalı açarak, Ahmet Kaya’nın mezarını ziyaret ederek, anmasında bulunarak ve Kürtçeye saygılı ve ilgili(!) durarak ve en önemlisi Ahmet Kaya'nın aksine,bedelsiz kesiyor...
Devlet yaptığında mubah olan her şey vatandaşı yaptığında günah oluyor, hatta ölüm oluyor…

Ahmet Kaya’nın anma gecesi yapıldı 11 Aralık gecesi Lütfi Kırdar’da…
Gecenin açılış konuşmasını Sırrı Süreyya Önder’e, ehline vermişler. O’nu Sırrı Süreyya kadar özlü anlatacak adam az bulunacağından mütevellit, çok başarılı bir seçim olduğu kanaatindeyim. Geceye kimlerin katılacağını merakla bekliyordum. Siyasiler falan değil ha beklediğim. O gece çatal bıçak fırlatanlar da değil. Fırlatılmasına izin verenlerle benim asıl derdim. Orada,o gecede Türkiyeli kimliğiyle duran herkese ya lafım neyse en çokta sözde Kürt olarak orada olanlara. Hiçbiri yoktu gecede. Çünkü artık Ahmet Kaya’nın başlattığı karın ağrısının bir ilaca ihtiyacı olduğu gereksinimi gün gibi aşikar. Kürtlerin dillerini konuşmaya ihtiyacı olduğu gerçeği ise artık dillerde değil sadece, devletin de ecza dolabında. Artık onlar Ahmet K. Sayesinde Kürtçe türkü söyleyebiliyor evet, bir de üzerine söyleyebildikleri için daha fazla para kazanıyorlar. Hepsi fitil fitil çıksın bir yerlerinden hepsinin, o gece sesini çıkarmayanların, bana dokunmasınlar da deyip yaşayıp gidenlerin hepsinin Allah toptan müstehakını şeyetsin afedersiniz…

2009un başlarındaydı sanıyorum. Şivan Perwer’i Pusula’da izledik uzun zaman sonra. Hem Avrupalı Şivan’ı gördük sokaklarda yürürken, hem de hala şalvarıyla, puşisiyle alıştığımız Şivan’ı dinledik canlı canlı. Bilenler iyi bilir. Kürtler için Şivan’ın yeri hep başkadır. Bir ağıdı, sevgiliye özlemi, vatan hasretini, özgürlüğü, halepçeyi ve daha nicelerini ayrı ayrı hissederek dinleyebileceğiniz yegâne sestir Şivan bir Kürt için…
Önyargılarını bir kenara bırakmış her Türkiyeli içinse çok içli söyleyen bir halk ozanıdır…



O programa katılmadan bir süre önce TRT 6 in açılışına davet edilen Şivan, Türkiye’ye gelmeyi reddetti. Ben nedense hiç yadırgamadım. Kültür Bakanı sonra ve tekrar aynı çağrıyı yaptı: “Şivan Perwer nerede konser vermek isterse, buyursun gelsin. Bayram yapalım, halay çekelim, türkü söyleyelim. Türkiye'nin öfkeye, tartışmaya değil, barışa, bayrama ihtiyacı var. Şivan Perwer'in Türkiye'ye geleceği tarihi sabırsızlıkla bekliyorum. Mart ayında yapılacak Newroz kutlamaları için kendisine açık davette bulunuyorum.”

Şivan tekrar reddetti. Anlaması zor geliyor değil mi?
Yıllarca yasaklı kalmış, hakkında onlarca dava bulunan, tek suçu çalmak ve söylemek olan bir adama devlet kendi eliyle kapıları açıyor tekrar. Ve Şivan bir nevi barış talebini(!) reddediyor.

Şivan durumu açıklama ihtiyacı hissediyor;
“Güzel vatanımın bir karışını Avrupa’nın tamamına değişmem. Toprağımı çok özledim. Fakat bir gerçek var ki; Türkiye’de gereken bedeller hala ödenmedi. Türkiye, demokratik anlamda gereken olgunluğa, temel hak ve özgürlükler anlamında gerek seviyeye ulaşmadan, bütün sorunlarımız bitmiş gibi davranmak bizim gibi toplumda yeri olan insanlara yakışmaz.”

Bu açıklamanın aslında tercümesi şu; Ellerini sana dengesizce içten uzatmış devlet, yarın aynı şekilde sana elleriyle ateş eder, aynı hapisliği vatanında yaşarsın.Ve daha hiçbir şey değişmeden…

Ahmet Kaya bedeller ödenmeden bu ülkede, bir şeylerin değişmesini istedi. Ve bedelini kendi canıyla ödedi. Evet, değişen çok şey oldu. O günlerden bugünlere çok yol kat edildi. Evet, ama bu yolların tamamı çoktan kat edilmiş bir de üzerine başka yollar kat edilmiş olmalıydı şu zamana kadar. Ama ne yazık ki Türkiye hala bedeller ödüyor ve ödemeye devam edecek, etmeli…

Ta ki Şivan bu ülkede özgürce türkü söyleyene kadar…

Tanrı Şivan’ı Ahmet Kaya’yı koruyamadığının aksine korusun,

Amin…

Tuesday 14 December 2010

Ahmedo Roni

Uçurtmam Tellere Takıldı, Ümit Kıvanç

Bu medyanın hepsinin götüne tıpa kaçsın emi!
50 yıl öncekine de, bugününkülere de...

Hepsini de ifşa etmiş bu belgesel, ne güzel etmiş...
Mahsunu, imirzalısı, adnan şenses şoparı, reha muhtar şaklabanı...
Bunların çoğu da rivayetliydi.
Aa, diyordu millet, mahsun'a da ordaymış diyorlar, edip akbayram peki?
Ham kayıttan vermişler tekrar,
Ne iyi etmiş, hepsi şimdi ileri demokratlarımız elhamdüliiah.

Haa ileri demişken, tayyip'le kılıçdaroğlu da programı nedeniyle teşrif edememiş
Tayyip hapisteyken ahmet kaya bi konserinde düşüncelerinden dolayı kimse hapiste olmamalı diye ona işaret etmişti bile.

Hepiniz allahınızdan bulun!..

Saturday 4 December 2010

Muhterem cemaat, koyun derilerinizi Ikea'ya bağışlamayınız...

Lancaster'da vakit geçirmek artık bana zulum geliyor. Edinburgh'da tutunmaya çalışıyorum, fakat işler sıkışınca geri dönüp geçici yerler buluyorum. Bu sefer kampüs içinde Norveçli bir arkadaş, Arvid'in boş bir odası olan evinde kalıyorum. İlk defa keyfim yerinde, çünkü Lancaster'da ilk defa ısınıyorum...

Burada havalar çok nemli ve soğuk, evler de taş bina olmasına rağmen 100 senedir izolasyon görmediği için perişan halde. Dışardan tarihî ve otanik bir görünümü var, fakat "dışı seni yakar içi beni" durumu bu. Kombiyi harlasan da ısınmıyor, sıcaklık kalorifere az hayrını dokandırayım bile demeden uçup gidiyor.

Okuldaki yurtlar ise farklı, hepsi yeni binalar ama en güzeli ödenen kiranın içinde faturalar da var. Veriyoz kombinin gözüne afedersiniz hamam gibi etmeden bırakmıyoruz. Erken gelen kar-boranla evde hoş bir atmosfer oluşuyor. Dışarda soğuk ve kar, içerde sıcak ve iç sağaltan bir ambiyans.

Burada biriyle keçe muhabbeti etmeden de ayrılmamış oldum. Arvid, soğukla başetmenin kitabını yazmış insanların ülkesinden, malum. Geleneksel olarak neler kullandıklarını merak ediyorum. Keçeydi, yündü, kıldı tüydü derken vakit geçiyor. Benim gibi içlikle dolaşan bir Avrupalı görmenin buruk sevincini yaşıyorum.

Göçer yaşamanın da ayrı bir güzelliği var. Farklı iç ve dış mekanlar görmek, yaşamlar tanımak, onları karşılaştırmak enteresan oluyor. Fakat maalesef global yaşam her yerde. Milletin kendi ülkesine veya bulunduğu yere ait kültlerle yaşaması zorlaşınca, millet işin kolayına kaçıyor. Her evde Ikea tas tabak, bardak çardak, tencere tava görmekten baydım. Ne üstündeki şeyler, ne de malzemesi gram değişmiyor. Burda da hepsinden bir takım var.

Norveçli arkadaşla arada yaptığımız kutup ayısı muhabbetinden sonra evin salonunda gördüğüm postu görünce fikrim biraz değişir gibi olmuştu. Norveç'ten buraya taşınmış yerel bir güzellik olarak düşündüm. Almış ülkesinden getirmiş, salonunu kendi zevkine göre döşemiş dedim. Hafif ufaktı gerçi "kutup ayısı yavrusu muydu bu", dedim. Koyunmuş. Derken bir gün bakim dedim, nasıl tabaklamışlar, n'etmişler. Çevirdim, o da İKEYA anasını satayım.

Sunday 28 November 2010

Asadur Amca ve Edinburgh'da Farsça

Uzun zamandır hayalini kurduğum şeylerden biri şu koca kıtanın en ucunda karşıma çıktı. Bugün Anadolu'nun en viran sokaklarında dolaşırken seslerini duymaya çalıştığım insanlar yok. Ne çanları çalıyor, ne dilleri konuşuluyor. Fakat onların nar taneleri gibi dünyanın dört bir yanına saçılmış, Suriye'de, Lübnan'da, Fransa'da, Uruguay'da doğan torunları var.

Konya Ermenilerinden Asadur Amca o bin taneden biri işte. Farsça kursunun ilk dersinin ilk teneffüsünde beni "Gel bakalım arkadaş" diye çağıran o tonton dede yani. Aslında bir Türk'e göre Ermeniler hakkında bildiklerim ortalamanın üstündedir diyebilirim. Fakat geçen her hafta sireli yeğpayrs hakkında yeni şeyler öğreniyorum ondan. O da benim bildiklerime şaşırıyor. O benim bayramımı tebrik ediyor, ben onun kutsal günlerini. Tıpkı eski günlerdeki gibi...
Beyrut'ta dünyaya geldiğinde daha Ermeniler Medz Yeğern'in şokunu atlatıp Avrupa'ya ve Amerika'ya kesin kes göçmemiş bir koloninin bir parçasıymış. Arapça konuşulan mahallelerde oynayıp, Fransız Katolik Ermeni okulunda Ermenice ve Fransızca öğrenir, başka dil bilmeyen babaannesiyle Türkçe konuşurmuş. Ta ki onbeş yaşına kadar. Perişanlık içinde yaşadıkları Beyrut banliyosundaki o getto adeta bir Anadolu şehriymiş. Bir komşuları Diyarbakırlı, diğeri Kütahyalı, Hemşinli, Antakyalı... Sonra ver elini Almanya, derken İngiltere, en son da Edinburgh. İşte böyle "insanoğlu kuş misali" dediklerinden bir insan hikayesi.
İlk dakikasından, "Ermeniler Türklere karşı çekinceli yaklaşır diye zannederdim" dedim. "Pratik olmak lazım" dedi kısaca. Sadece iki defa birkaç haftalığına tatil için gelmesine rağmen, Türkiye hakkında benden çok şey biliyor ve o kısa sürede ülkeyi benden çok gezmiş. Konuşabildiği fakat yazıp okuyamadığı orta anadolu Türkçesini, azimle ve ellisinden sonra dört sene özel kursa giderek mükemmel hale getirmiş. Hem de burada müzik eğitimi almış, hala burada yaşamaya ve üretmeye devam Emre Aracı'dan.

Özetle şunu diyeyim, konuşacak şeyimiz bir türlü bitmiyor. Benim Ermenilere merakım, onun da Türkiye ve Türk'lere merakı sayesinde bir konu açılınca düşünceler, bilgiler kesişmemezlik etmiyor. Mıgırdiç'in anlamını sormuştum mesela (buradan Ardıl'a selâm ederim :), "vaftizci (the baptist)" demekmiş. Bir hafta Orhan Veli getiriyor, arada anlayamadığı yerleri soruyor. Şu çalışma temposunda bir değişiklik olarak su gibi akıp giden kursun molaları da aynı heyecan ve muhabbetle geçiyor.

Sunday 14 November 2010

Erbil-1

Erbil-1
şehir ile tanışma hikayesi

İlk gece görmüştüm sarıdan kabuğunda sızılarını gizlemeye çalışan Erbil’i. Karayolu ile Zaho’dan Süleymaniye’ye giderken, yolculuğumda yemek ve çay için bir duraktı sadece. Tedirgin ve heyecanlıydım.
Ankara’dan Mardin’e uçakla geldikten sonra, havaalanından ayarladığımız ticari ve uluslararası da çalışan bir taksi ile anlaşmış ve Habur’a olan yolculuğumuza başlamıştık. Bu ticari taksiler karayolu ile Irak’a gitmenin olmazsa olmazı. Sık giden herkesin genelde tanıdığı ve güvendiği bir taksi şöförü olur ve onunla gidip gelirler. Şoförler çok çakallar, türlü taklalar atarak işlerini yapıyorlar. Türkiye-Irak sınır trafiği ve özel taksilerin tekeli, şoförlerinin haleti ruhiyeleri başka bir yazı konusu olsun.
Habur’da saatlerce bekletilmiş ve gece yolculuk yapmak zorunda kalmıştık. Oysa ben şehirleri görmek için karayolu ile gündüz gitmek istemiştim. Türkiyeli şöför işlemlerimizi yaptıktan sonra kürt taksicilerin beklediği durağa kadar da bırakmıştı bizi. Oradan da Süleymaniyeye gitmek için bir taksici ile anlaşarak yola devam etmiştik.
Meraklı gözlerim, tek tük geçilen yerleşim yerlerinde görebilecekleri için uykuya direnmiş ve pür dikkat kesilmişlerdi. Sınır kapısından geçtikten yaklaşık üç buçuk saat sonra Erbil’e girmiştik. Dümdüz bir alana kurulmuş bir şehir, Koca caddeler ve davam eden inşaatlar 2007 yılı sonbaharından aklımda kalanlardı. Dışı pişmiş içi çiğ adana kebap ve bol şekerli çayımızı da içtikten sonra Erbil’i geride bırakıp Süleymaniye’ye doğru yola çıkmıştık.
Süleymaniye’ye gidiş amacım çalıştığım şirketin devam eden proje işlerini toparlamaktı. Savaştan sonra, bölgede üretilen petrolden çok ciddi pay alan Bölgesel Kürt Yönetimi başta altyapı alanında olmak üzere yatırım projeleri üretmeye başlamıştı. Türkiye inşaat sektörü de bölgenin şantiye şefliğine soyunmakta gecikmedi. Bizim şirket de hemen hemen her inşaat şirketi gibi, yapılaşmanın çok hızlı geliştiği Kuzey Irak pazarından iş almıştı. Yine hemen hemen bütün şirketler gibi işi eline yüzüne bulaştırmak üzereydi ki son anda toparlayabildik işleri.
Devam eden iki yıl içinde bir defa daha yolum Erbil’e düştü. İkinci gidişimde az da olsa görebilmiştim bu Erbil’i. Gel zaman git zaman şirketin işlerini toparladık. Sorunlu geçen yaklaşık bir buçuk senelik yorucu süreç sebebi ile bir daha Kuzey Iraktan iş almama kararı aldık. Ben de bir daha gelmeyeceğimi düşünüyordum.
Şimdi Erbil’deyim. Yaklaşık bir ay oldu havasını soluyalı. Alışmaya çalışıyorum. Son iki yıldır hiç gelmemiştim bölgeye ve gördükçe de yaşadığı değişime, yapılan yeni binalara, caddelerdeki arabalara, devam eden inşaatlara şaşırıyorum.
Erbil çevre yolu inşaatında çalışmaya geldim. 7 yıllık projecilik hijyeninden ayrılıp toza, betona bulanmaya, bol küfür, boş muhabbetler, kötü yemek, çok sigara, alkol, güzel para, günde onlarca km yol, stres, yalnızlık, filmlerim, özlem, Kürtçe, gecelemeler beni bekliyor.
Daha uzun süre buradayım ve yazmaya da çok zamanım olacağından, gelecek sefer kuzey ırak’ı anlatarak başlamak üzere son vereyim.

Saturday 30 October 2010

Ve Cumhuriyet Kutlanır...

Kendi yazılarımın bu blogda yayınlanması tabii ki benim de istediğim.
Paylaşmak ve paylaşarak artmak istiyorum!Bu da doğru..
Fakat bir yazıyı okuduktan sonra yüreğimin kıpırdandığını hissedip,bu önceliği Sırrı babaya bahşetmek de sanırım "hakkı sahibine vermek" olur..

İlk "Merhaba" yı Sırrı Süreyya Önder ile beraber verelim o vakit...

Bari kuşlara kıymayın efendiler!

"Bu ülkenin tarihi, büyük hayal kırıklıklarının tarihidir aslında. Cumhuriyeti milat olarak aldığınızda, devrim kendi çocuklarını yemekle başlamıştır işe.
Kurucu kadronun neredeyse yarısından fazlası telef olmuştur.
Birlikte Kurtuluş Savaşı verdiği Kürtleri yok saymış ve büyük acılar yaşatmıştır.
Varlık vergileri, çalışma kampları, kutsal varlıkların yağmalanması sıradan bir reflekse dönüşmüş; kendinden olmayan, bir gün bile güven duygusu içinde olamamıştır.
Başbakanını idam etmiş, fidan gibi gençlerini darağaçlarına göndermiş, yargısız infazlarda yok etmiştir.
Resmi olarak ölüm listeleri yayımlamış, yayımlamakla kalmayıp listedeki herkesi ölüm üçgenlerinde, sokak köşelerinde, evlerinden alarak, gözaltı merkezlerinden çıkararak canlarına kıymıştır.
‘Düşman’ icat etmeden idare edebilme kabiliyeti geliştirememiştir. Kendi yurttaşına bir gün bile güvenmemiştir.
Giyimine karışmış, inancına karışmış, fikrine karışmış, mezhebine laf etmiş, yoksulunu yok saymıştır.
Hiçbir üniversitesi dünyanın seçkin akademi listelerine girememiş ama yolsuzluk ve yoksulluk listelerinde ülke olarak hep üst sıralarda yer almıştır.
Karakol gidilecek yer mi düşülecek yer mi?
Dünyanın bütün dillerinde ‘gidilen’ bir yer olan polis karakolları, sadece bizde ‘düşülen’ bir yer olmuş, üzerine türküler yakılmıştır.
Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin, “Gözaltındayken intihar etti” haberlerinin bir tekine şüphe duymadan inandınız mı?
Dünyada hiçbir ülke gösteremezsiniz ki hapishanelerinde bizdeki kadar aydın, sanatçı, bilim insanı, gazeteci ve politikacı ağırlamış olsun.
Baro başkanlığı yapmış, büyükelçilik yapmış insanlara, son günlerinde bir pasaportu çok gören bir cumhuriyetin vicdanı hür diyebilir misiniz?
Kapattığımız siyasi partiler, tarihte kurup batırdığımız devletlerden daha çoksa bu işte bir arıza var diye düşünmez mi insan?
Kurulduğu günden beri milli birlik ve beraberliğe muhtaç olunmayan bir gün bile geçirmemişsek bu cumhuriyetin sefasını ne zaman süreceğiz sizce?
Okul sayısından çok dershane olur mu?
Kime sorsanız ‘eğitim, güvenlik, sağlık ve yoksulluk’ olarak sıralar bu ülkenin dertlerini.
Nerede dert varsa çözümünü ekmeğe bağlamışsınız.
Eğitimi dershanelere, güvenliği koruculara ve özel güvenlikçilere, sağlığı tüccar hastanelere, yoksulluğu da inayet ve sadakaya teslim edince cumhuriyet mi olunuyor?
Ekonomisi bir sert yellenmeye bakan bu ülkede en çok kazananların bankalar olmasında hiç mi bir garabet yok?
‘Herkese eşit eğitim hakkı’nı programında yazmayan bir tek parti var mı?
Seçim meydanlarında bunu söyleyerek gerinmemiş bir lider hatırlıyor musunuz?
Bu sözü bir beze yazan öğrencilerin cezaevinde olduğunu söylediler mi size? O öğrencilere istenen cezanın 15 yıl olduğunu da duymadınız mı?
Fikri hür, irfanı hür nesilleri biraz uzun bekleyeceksiniz; Cumhuriyetin 100. yılı geldiğinde halen cezaevinde yatıyor olacaklar çünkü.
Ne yapabiliriz?
Bu yazıyı vakitlice okuduysanız eğer, valilik ve belediyeyi aramakla işe başlayabilirsiniz.
Kişi başına düşen milli gelirden payınıza düşen kısmını, havai fişeklerle heba etmelerini engelleyebilirsiniz. Bu yoksul halka bir de pespaye görgüsüzlüklerle zulüm etmelerinin önüne geçebilirsiniz. Zaten o fişekler masum kuşları öldürüyor.
İnsanların patır patır öldürülmelerine genellikle sessiz kaldınız; bari kuşlara olsun mani olabilirsiniz. Onlar sıcak yerlere göçüyorlar, cumhuriyetinize bir şey demediler ki."

Saturday 2 October 2010

"Bahçede bir şehri ağırlamak mümkün mü?"

Her şey bu kadar güzel denk gelir. Zamanı, mekanı, yazarı güzel bir yazı (keyfime göre azıcık bold-italik yaptım o kadar):


"Bahçede bir şehri ağırlamak mümkün mü?"



Şehir de bahçe kadar şefkatliyse, insanını tevazuun ‘sırat köprüsü’nden geçirivermişse, sokaklarında sırtınıza bir dost eli değmiş hissediyorsanız mümkündür elbet.
Adını hatırlamadığım Batılı
bir gezgin “Bütün dünyayı Mardinleştirmeliyiz” yazmış.
İlk gidişlerimden birinde bir kitapta karşılaştığım, bana henüz gizli bir parola gibi gelen bu cümleyi bir gün apansız tenimde hissettiğimde başladı şehir.
Yakıcı bir yaz günüydü. Şehir usul usul tütüyordu. Mezopotamya Ovası büyülü bir serap gibi yatıyordu altımızda.
Şehir, mişli geçmiş zaman kipinde asılı kalmış bir rüyaydı.
Üç dört yaşlarında bir geyiğe tutulan Murathan’ın şehriydi. Otuz yıldır görmek için can attığım, yollarını bilsem de bir türlü ulaşamadığım.
Taştan bir eski zaman şehri.
Kimileyin dik merdivenlerle birbirine bağlanan daracık gölgeli sokakların
billur bir fısıltısı var.
Bu çöl şehrinde sanki dipte bir su durmadan, durmadan çağıldıyor.
Şehrin yarısından çoğu gökyüzü.
Bulutların oynadığı oyunlar, yıldızların heyecanı, yazları akşam rüzgârının şefkati, bu şehrin bütün gezgin rehberlerinde yer almalı.
Çünkü Mardin, bir gökyüzü şehri.
Geceleri engin ovaya, gündüzün uzun uzun oynak bir sisle süslenmiş ufka dalıp avlunuzda otururken, o yükseklikten çok uzaktan görünen kasaba ışıklarıyla bir körfeze baktığınızı da zannedebilirsiniz. Mardin, bir deniz şehri değilse, bir serap şehridir ne de olsa.
Labirent şehir. Birbirine inen çıkan, birbirine değen okşayan sokaklar. Hele abbaralar.
Mardin’i tanıyınca bir kat daha anladığım, bin kat daha sevdiğim canım kardeşim Murathan’dan daha iyi mi anlatacağım?
“Birbirine ‘Abbara’ denilen karanlık tünellerle bağlanır sokaklar. Abbaraların çoğu evlerin altından geçer. Işıktan
koparak birkaç metre yürürsünüz karanlığın içinde; yukarıda odalar, sofalar, hayatlar... Abbaradan çıktığınızda sokak bitmemiştir. Bir süre sonra yeniden karşınıza bir abbara dikilir. Üstünde bir evin penceresine yansıyan gün ışığı, abbaranın üzerine yanlış yapıştırılmış bir etiket gibidir. Abbaranın ağzındaki karanlıkla, pencerede size gülümseyen gün ışığı mimarinin şakasıdır. Yaz sıcağında abbaraların içinde bir korsan gibi gezinen serinlik, teninizi okşar; yokuşlu, dik basamaklı merdivenlerin yükünü hafifletmek ister gibidir.”
Sonra çarşısını gezeceksiniz. Yüzlerce yıllık kazancıların yüzlerce yıllık yordamlarıyla dövdüğü kazanların sesi eşlik edecek.
Her sanatın ustasında aynı yorgun alışkanlık, aynı bilge sabrı. Camaltı ustaları Şahmeranlarını, Mardin güvercinlerini boyuyorlar bir köşede. Telkâri ustaları, kehribar taciri, dokumacılar farklı bir zamanın dokusuna nakşolunmuş.
Mardin’de telaş yok. Acele yok. Doğu’nun büyülü zamanı sarmallanarak farklı bir ruh iklimine taşıyor misafirini.
Ustalar, eski zamanların hürmetiyle yâd ediyor, kendi ustalarını. Süryanilerin kuyumu, Ermenilerin taş yontuculuğu, tahta oymacılığı gururla sergileniyor.
Müslüman Hıristiyan’dan razı.
Arap, Yezide’den; Süryani
Kürt’ten memnun.

Benzersiz medreselerinde Hanefilerle Şafilerin türbeleri yan yana. Eyvanlarında aynı suyla serinletiyorlar enselerini.
“Dünyayı Mardinleştirmeliyiz” diyen, bu birbirini muhabbetle seven, birbirinin adetini koruyan halka bakıp da demiş.
Böylesine gururlu, böylesine ketum eviçlerine bakarken yakalansanız hemen avluya davet ediliyorsunuz. Bir bardak ayran. Yoksulun ısrarlı mükrimliği.
Mardin’de sanki kimse kimseyi yadırgamıyor. Kimse birden bambaşka hayatlardan gelen sizi karşısında görüverince şaşırmıyor. Yüzlerce yıldır bu şehrin kulaklarına fısıldadığı sırrın gücüyle.
Kimse sokaklarda birbirine bağırmıyor. Büyük şehirlerin kirli asabiyeti hiç dolaşmamış bu sokakları.
Mardin, şehirlerin bir güzeli.
İnsan en sevdiğini bile gözü kapalı emanet edebilir Mardin’e.
Mardin’in kendini yalnız hissettiğinde onun sırtını okşayacağını; umut veren bir insanlık meseli gibi onu kucaklayıp koruyacağını bilirsiniz.

Yıldırım Türker, Radikal

Friday 1 October 2010

Bir Bengi Bağlama Üçlüsü konserinin daha ardından

Millet istediği kadar "hep aynı işte, gelmeye gerek yokmuş" desin; Bengi, bence yeri doldurulmaz işler yapıyor. Ülke çapında tanınan, özellikle bağlamaya ilgi duyan herkesin bildiği ve bu kadar uzun süredir var olan başka bir grup yok. Tarz, bir parçayı dinlerken daha ilk saniyesinden kimin çaldığını tanımamızı sağlayan şey, bir kimlikse; o kişinin (veya grubun) sürekli dinleyicileri için aynı zamanda bir sıkkınlık, kendisi için baş belasıdır. Hızla değişen ve sanatsal işlerin peynir ekmek gibi tüketildiği müzik piyasasında yapımcıların da ilginçlik adına değişmesini istediği bir şey. Bana göre onca emekle oluşturulan bir tarzda söylemekte ve çalmakta ısrar etmek muhafazakarlıktan öte bir işini iyi yapma ve alanında derine inme becerisidir. Yenilik de pek âlâ farklı çatılar veya müzikal gruplar altında sürdürülebilir.

"İyi ki varsın Bengi!" demek istiyorum özetle. Bilhassa orta anadolu halaylarını bu gruptan daha hissederek ve hakkını vererek icra eden yok. Sırf bu spesifik başarı bile bir grubun müzik tarihine alanında en iyi icracılarından biri olarak geçmesi için yeterli.

Bir kısa da özet geçecek olursak: iki bölümlük konserin ilk kısımda orta anadoludan parçalar ağırlıktayken ikinci kısmında Musa Eroğlu gruba eşlik etti ve klasik parçalarını dayadı (Var git ölüm, Mihriban, vs.), Bahar'ın demesiyle "otomatiğe bağladı".

Ben Okan Murat'ın konuşmalarını çok düzeyli, aynı zamanda eğlenceli ve içten bulurum. Özellikle Semahlar, Abdallar, Zeybekler adları verdikleri temalı konserlerinde çok daha yerinde ara-konuşmalar yapıyordu. Fakat dün, kendisi ülke gündeminin kaotik halinden iyice bunalmış; parçalar arasında bu yönde 'dokunmatik' geçişler yaptı. Bu kadar derdi tasayı bünyemiz kaldırmaz, ilacı da rakıdır diyerek özetledi :)

İkinci yarı söz Musa dedeye gelince kendisinin hitabetteki kabızlığını bildiğimizden "ahanda yandık" dedik. Neyse, bir takdimden sonra başladı konuşmaya, bir "bayıt edebiyatı"dır gitti. Müziği teknolojiyle ilişkilendirmeyi denedi, derken gençler bizim umudumuz olayına girdi. Kurtuluş, o sırada başını ellerinin arasına almış yere bakıyordu. Birkaç deyişten sonra ikinci bir parça arası konuşması denerken bu sefer yemek konusuna daldı bi şekilde "hani onun sosu olur ya..." falan diye kasım kasım kasarken Okan Murat, "dede bırak sosu mosu şimdi" diye araya dalınca salon kahkahadan inledi. Sanırım konserin en eğlenceli anı buydu :)

Unutmadan, konserin ikinci komik anı Okan Murat'ın Ankaralı Turgut bahsiydi. "Şimdiye kadar hiç sevmezdim Ankaralı Turgut'u ama artık çok seviyorum" dedi. Bence de bu çıkışı gerçekten takdir etmek lazım. Yani, kaymak lazım:




Thursday 30 September 2010

Nemrudun gızı yandırdı bizi

Gezimizin en büyük Rotamızı ve gördüğümüz yerlere ait detayları hatırlayalım dedim. Nemrut'tan Kahta çayıüstü Şeytan köprüsüne kadar Bedir amca neleri sallamış, neleri güzel aktarmış görelim. Gerçi, sanırım kendileri gezi boyu tanıştığımız insanlar arasında bildiklerini doğru aktaran, ve olur olmaz sallamayan bir iki kişiden biriydi :)





Kommagene tesisleri

Bu başlıkta iki mevzuya birden değinelim: bir Bahar'ın bahsettiği İngilizce mevzusu, ve ikinci olarak da mevzubahis pansiyon.

Önce VTR'mizi izleyelim :)



Bu elemana kıyasla Deyrül Zeferan'daki teyze bence oldukça iyiydi. Zaten misafir İngilizler de epey kelli-felli olduğu için aşağısı kurtarmazdı. Fakat, kısıtlı imkanlarla bu tanıtımı hazırlayan dayının özgüvenine bayıldım, gerisinden tiskindim :)

Video'nun sonundaki odaya dikkat!

Thursday 23 September 2010

Yağmur yağar, her dereler sel alır...

Yağdı yağmur, çaktı şimşek
Gitti güzelim konser eşşoleşşek

Çok söze ne gerek, hele şunu dinleyelim:


Biz tırıs tırıs geri dönerken, Konya Mistik Müzik Festivali o esnada:


Sunday 19 September 2010

Referanduma dair

Maviden yeşile çalıyor dünyam, yollar alıyorum. Hayaller, umutlar yüklü kmler katediyorum. Sağanak yağmur ile maviden aynı zamanda uzaklaşıyoruz. Yağmur öncesi serinliğinin terkisine atlayıp hafif serinlik ile yağmurdan hızlı yeşile çalıyoruz. Zaman, bozkırın sarısı çalmaya başladığında gökteki yeknesaklık aklıma referandumunu düşürüyor ülkenin. Kanlı, yıllardır sılatan darbenin 30. Yılında yapılan anayasa değişikliği referandumu..

Yol alıyorum. Radar sınırlarını az aşarak, dostumu yetiştirmeye çalışıyorum referanduma. Tercihi “hayır” olacak olan dostumla fikirlerimiz farklı. Ben boykot ediyorum.

Ben dersem “mavi ile yeşil”, o der ki “yeşil ile sarı” kadar zıt fikirlerimiz. Boykot ediyorum ben, hayıra kitlenmiş dost. Arabalardan, yollardan, istanbuldan, hayatttan, sevdadan, kararlardan defalarca konuştuklarımızı farklı algılar ve cümleler ile tekrar tekrar kurguluyoruz zihinlerimizde. Kmler azaladursun, defalarca konuştuğumuz bir türlü anlaşamadığımız konularda tek kelime etmiyoruz. 1989 model araba ile ilerliyoruz otoyolda, az umuda, mutluluk ekleyip. Shp’nin 1989 zaferine selam çakarcasına ilerliyor yaşıt, kırmızı şimşek..

İstanbul ankara asfaltını yol almışlar iyi bilir. Ankara’ya inişi vardır otoyolun 30-40 km kalmışken Ankara’ya. Tam o inişte de radar kurulur. Radarcılar yoktur bugün, referanduma yazılıdırlar diye hızımı da düşürmeyip giriyoruz zamanında Ankara’ya. Oyunu kullanıyor dost ve defalarca tartışılan konulara hiç girmeden acılı adanaları yiyoruz. Az da sitemkarız birbirimize ya çaktırmıyoruz. Gerginliğimizi gizlemek için havadan sudan konuluyoruz.

Az dinlenme, dost ziyareti ve sonrasında sonuçların açıklanmasını netten takip ederken, 12 yıllık seçmen geçmişimde hiç olmadığım kadar heyecansız olduğumu farkediyorum. Tvden izlemek pek bi gereksiz geliyor medyanın şovunu, basit değerlendirmelerini, halktan uzak sohbetlerini, defalardır tekrarladıkları klişelerini.

Referandum aslında çok önemli de bir harita çıkardı önümüze. Okumak çok kolay bu haritadan gördüklerimi şöyle özetleyebilirim;

%58 lik evet oranı, Ak Parti hükümetinin meşruluğuna bir kazık daha çakmıştır. Özellikle Ak Partiye kabul edemeyenlerin midesine oturmaktadır evet. Fakat bu sonucu, Ak Partinin “istediğim her şeyi yapabilirim”ini belgeler bir sonuç olarak görmek nasıl aldatıcıysa, hayır seviyesinin %42 olmasını önemsememek te büyük hata olur.

Bütün partilerin kendilerini sorgulamaya iten bir sürecin başlaması en güzeli olacaktır. Demokratların ve Kürtlerin boykotu ise çok önemli bir mesaj vermiştir anlayana. Verecektir de ilerleyen günlerde.

Ak parti hükümetinin 8 yıllık iktidarı boyunca hala kendini yıprattırmaması büyük başarıdır. Umarım ak parti bu evet oranı ile demokratikleşme ve avrupa birliği sürecinde daha cesur adımlar atar. Halk tarafından sırtının sıvazlanması şımartırsa eğer hükümeti, orta vadede kaybeden olacağına eminim.

Chp’nin halktan uzak, statükocu, elitist, kemalist, postal politikası halka inmekten çok uzakta durmaya devam etmektedir. Chp nin değişmesi lazım. fakat Chp de bir değişim olacağını sanmıyorum. Aynı tas aynı hamam paklayıp dururlar kendilerini. Hep onlardan başka bir sorumlusu vardır çünkü sonuçların..

Mhp ise kaleleri olarak bilinen illerden gelen evet sonuçları ile bile kendine olan özgüvenini kaybetmiştir. Mhp’yi bu cüzzi de olsa terkediş, etnik temelli siyasetin tehlikesinin farkına varmış olmasından sebep olsa ne de güzel olurdu. Kendi varolulunu meşrulaştıran bütün etkenler başrolde iken mhp nin düşüşünü umut verici olarak görmek en güzeli.

Bdp, aldığı boykot kararı ile son yıllarda almış olduğu en doğru kararı vermiş ve türkiye siyasetine nasıl önemli bi yerde durduğunu göstermiştir. Hükümetin, devletin, kamuoyunun Bdp’yi kürt sorununun çözümü konusunda ve yıllardır ülkeyi acıtan savaşın bitmesi konusunda muhattap alması gerektiği gerçeği de artık çok net olarak görülmektedir.

Ülkenin önemli bir diğer aktörü olan askerin ise artık kışlasında askercilik oynamaya devam etmesi ve her konuda konuşmaması gerektiği gerçeği ortaya çıkmıştır. Komutanlarının yaptıkları anayasanın halk tarafından istenmemesi dolaylı bir göstergedir askere.

Son olarak ta ciddi olarak varoluşlarına acıdığım insanlara rastladım facebook aleminde. Bir çift lafım var bu arkadaşlara. Sonuç “evet” çıktığı için, Aziz Nesin’in ülkenin aptallık yüzdesi ile ilgili cümlesini (ki okuduğum tek kötü cümlesidir aziz nesin’in) sanal profilinde kullananlar ile Mustafa Kemal Atatürk’ten alıntılar yapanlar olarak iki farklı kopyadır bunlar. Bütün bu arkadaşları politik yapan ak parti karşıtlığıdır. İstisnasız hepsi de, Ak Parti karşıtlığını siyasal mücadelenin en üst mertesi olarak görmektedirler.. Halkı aptallık ile suçlar ve Mustafa Kemal Atatürk’ten alıntılar yaparlar. Bütün çevrelerine ben modernim, halktan değilim mesajı verirler çaktırmadan.

Gece dayanamadım açtım tvyi, Nurşen Mazıcı adlı siyaset bilimci bir profesörümüz, Bingöl Halkı’nın hsyk da neyin değişeceğini bilmeden “evet”i tercih ettiğinden dolayı sitem etti. Yukarda bahsettiğim “hayır” ı sadece akp karşıtlığı sebebi ile tercih edenlerin de çok bildiklerini sanmıyorum değişen maddeleri. Nedense Nurşen hanım bu hayırcılara değinmedi. Evet ve hayır cephesindeki bilmezler kalabalığı, birbirlerinin hayatlarından bu kadar uzak olan iki kesim demokrasinin sibopları olmuş ve birbirlerini çok ta iyi dengelemişlerdir. Nurşen hanım prof olarak araştırmalı sanırım bu ilişkiyi.

İşin en güzel yanı da, koşulsuz akp karşıtlarının da, bingölde bilmeden “evet”’i tercih eden halkın da, bu profesörün de eşit oy hakkına sahip olmaları.. birbirlerinin hayatlarına dair az bir empati kurabilse bu farklı kalabalıklar ülkenin çözülemeyecek sorunu olacağını sanmıyorum.