Tuesday 25 June 2013

Gezi Parkı Olayları

Erbil'den Gezi Parkı ve Sosyal Medya Gözlemlerim,

Ak Parti'nin antidemokratik uygulamalarını ve başbakan'ın itici, anlaşılmaz, kaba uslubunu eleştirerek başlamak istiyorum suç unsuru içereceği muhtemel, kimilerini kızdıracak, kimilerinin beklediklerini vermeyecek Gezi Parkı olayları analizime.

Öncelikle Gezi Parkı olaylarının bizi birbirimize yakınlaştırdığını düşünmüyorum.  (Toplumun hangi iki kesiminin birbirine yaklaşması gerektiğini düşünmek lazım öncelikle. Ulusalcılar ile milliyetçileri, AKP karşıtlığında daha da yakınlaştırmış olabilir. Tabi öncesinde ne kadar uzak oldukları da ayrı bir konu.)

Gezi parkındaki ağaçların kesilmemesi için orada toplanan ve de eylemi daha fazla özgürlük, şehircilik, çevrecilik, adalet ve hak için talep edenlerin arasında zaten bir uzaklık varmıydı ki? Bu güzel insanlar hali hazırda barış isteyen, demokrat, toplumun tüm kesimlerine saygılı, hiç kimsenin askeri olmak istemeyecek kadar akil insanlar değiller miydi?

Gezi parkı olayları sonrasında oluşan ortamın Kürt sorunu'nun çözümüne katkı sağlayacağını söyleyenler de var. Bu düşünceye de katılmıyorum. Geçmişte yaşanmış bir olayın, iki farlı yansımasını aktarmak istiyorum sosyal medyadan. Hatırlarsanız BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel bir eylemde polise tokat atmıştı ve günlerce sevgili medyamızda olay olmuştu bu hareket. Arkadaş listemde bulunan iki arkadaşım bu olayı paylaştı. İki farklı düşünceye ait iki paylaşım;

             İlki,       "teröristten tokat yiyen polis, halkına acımasızca saldırıyor!"
             ikincisi,  "şimdi anlayabiliyor musunuz neden polisin tokadı hakettiğini? "

(cümleler birebir aynı olmayabilir, affola).

Bu iki yorumu akıl ile düşünmek ve analiz etmek lazım. Eminim iki yorumu da beğenenler bile olmuştur. İkisi de Ak Parti karşıtlığı vesilesi ile polis karşıtlığını desteklediği için beğenilmiştir ama, fazlası bize bile trajik kaçar diye düşünüyorum iyi niyetle.

Gelelim kolluk kuvvetlerini zulmüne. Bu zulümlere neden bu kadar çok şaşırıldığını bir türlü anlayamıyorum. Bizim devlet geleneği değil midir karşıt olduğuna şiddet uygulamak? Sanki kolluk kuvvetlerimiz sadece Ak Parti iktidarı zamanında ceberrutlaşmış gibi bir algı var toplumda. Hadi 20 yaşını geçmemiş  gençliğin bu haklı algısını anlayabilirim ama yaşı 30'u geçenler Türkiye'de uygulanan ilk devlet şidddeti olmadığını bilmezler mi gezi parkı olaylarının?

12 eylül yıllarını, 90'lı yılların karanlık güneydoğu'sunu, Vedat Aydın'ın cenza törenini, faili belli faili meçhulları,  Manisalı gençleri, 1996 yök olaylarını, "hayata dönüş" adı altında 1999'da cezaevlerine yapılan ölüm operasyonlarını, daha dünkü Roboski katliamını ve daha belki binlerce benzer olayı çok yakın zamanda yaşamadı mı toplum..

Neden sustuk? Bu yaşananlar orantısız şiddet değil miydi devlet tarafından uygulanan?

Hadi bir halt edip sustuk!. Daha da önemlisi gelecekte de susacak mıyız? "öteki" olarak adlettiğinin yanında da tenceren ile çıkacak mısın balkona? facebook'da paylaşımlar yapacak mıyız? şimdi öteki olanı yanında istiyorsun ama o zaman hak ve adalet için adım atacak mısın sokağa?  Yoksa sadece popülist devrimci duyguları kabaran bir kalabalık olarak gezi parkı maceralarınla mı var olacaksın?

Kusura bakmayın ama ben polis şiddetine karşı olma durumunda iki yüzlülük ve bencillik yapıldığını çok açık gördüm.

Aslında olay sadece Polis şiddetine karşı iki yüzlü olmak da değil. Yargıyı eleştirirken de iki yüzlü davrananlar olduğunu düşünüyorum. Ülkenin kimi yerlerinde polise taş atan çocuklara yıllarca hapis cezası verildiğini biliyor muydunuz acaba? facebook'u çok takip etmiyorum ama şimdilerde günlerdir kopyala yapıştır paylaşım yapanlar, insan hakları savunucusu, devrimci, özgürlükçü kesinlenler hiç düşüncelerini dile getirmişlermiydi acaba o zamanlar?

O zaman ki sessiz kalabalığa sitem eden bir arkadaşımın durum güncellemesini aşağıda;

"Diyarbakı'da polise taş atana terörist, İstanbul'da taş atan devrimci denir "

Haksız mı sizce? Tahmin edebiliyor musunuz bu çocuklara hapiste nasıl davranılabileceğini sevgili polislerimiz tarafından? ya da şimdilerde eleştirdiğimiz medya bu çocuklardan hiç bahsetti mi? Sahiden de medyanın nasıl manipulasyon yaptığını ilk defa penguen olayı ile mi fark ettiniz? bu kadar mı hödükleştik? yazarın teki utanmadan twitter'da "yani şimdi biz kürtleri bu medyadan mı izledik yıllarca" (gibi birsey) diyecek kadar da alık olabiliyor..

Sanırım KCK davalarına değinmek lazım yargıdan bahsederken. Neredeyse bütün teşkilatı  (son sayıyı takip edemedim ama binlerce olduğunu biliyorum) hapiste olan BDP'lilerin haklarını savunmayıp, düşünce özgürlüğü kapsamına almayıp, Ergenekon Tutukluları'nın haksız yere içerde olduklarını söylemek "ahlaklı" bir söylem midir ? Ülkenin yargı sisteminin çöktüğünü şimdi mi fark ettiniz?  Neredeydi adalet arayan hukukçular Hrant Dink ve Pınar Selek davaları görülürken? Kimilerine özel hapishane koğuşları inşaa edilirken, kimi katiller yargılanmadan ortalıkta dolaşırken, gencecik çocuğun kolunu kameralar önünde kırarken sivil polis neredeydi Çağlayan adliyesini dolduran avukatlar?

Sahiden de Halk Tv neredeydi yıllardır? 

Ben kimsenin acısını, yediği dayağı, yattığı hapisi, rengini, cinsiyetini, dilini ve de aidiyetini kıyaslamıyorum. Sadece kendine demokrasi, hak, özgürlük ve güç istemenin ahlaklı bir istek olmadığını biliyorum. Ve de politik ahlak sahibi olmayan ideolojilerden bir hayır gelmeyeceğini de çok net biliyorum. Üstüne toplumun %50 sini aşağılayanların paylaşımlarını gördükçe "ahlak" kavramını sorgulamamak elde değil.

Sadece "kendine" isteyenlerin gücü elde ettiğinde başımıza neler getirebileceğini hep birlikte görüyoruz. 

Demokrasimizin ödediği bedellerden biridir Gezi Parkı olayları. Uzun vadede kazanımları olacağını  da düşünüyorum.. (Kazanım olarak da, bir milliyetçi chp, pardon pardon! cephe hükümetinden bahsetmiyorum. Yanlış anlaşılmayayım). Varoluşundan beri ilk defa meydanlarda sistem eleştirisi yapan milliyetçi, ırkçı temeller üzerine kurulu ideolojilerin evrensel değerlere saygılı bir yönetim şekli benimseyeceğine asla inanmıyorum.

12 Eylül Anayasasını bile değiştirememiş 33 yıllık, adı sivil, tüm geçmiş iktidarlarımızın ................. canı sağolsun..

Tek dileğim barış sürecinin en az etkilenmesi..

Thursday 19 January 2012

DÖRT HAİN KURŞUNUN HATIRLATTIĞI DİLLER ARASI BİR ÇOCUKLUK

Kaç yıl geçti Hrant Dink'in öldürülmesinin üstünden. Gerçek failleri bir türlü ortaya çıkarılmayan bir sistem cinayeti daha yaşadık 5 yıl önce. O yıl Gazete Odtülü'de yayımlanan bir yazı yazmıştım. Çocukluğuma dek giden.. Onu paylaşmak istedim. Elimden başka birşey gelmedi. Ne anmasına gidebildim ne de Agos'un önündeki vicdanlı kalabalığa katılabildim. Hayat benim için devam etti.
Bir yılı aşkın süredir Erbil'de yaşıyorum. geçen hafta evimizin bozuk olan elektrikli su ısıtıcısını değiştirmeye gelen usta ile iletişim kurmaya çalışıyordum. Kürtçesi ve İngilizcesi iyi değildi, çat pat anlaşabiliyorduk. Keldani ya da Asuri olduğunu düşünüyordum. Daha sonra Ermeni olduğunu ve adının Norayir olduğunu öğrendim.. Yine aklıma düştü Hrant, utandım Türkiyeli olduğumu söyleyince. Daha fazla soru sorup da geçmişini deşmeye de utandım.. Norayir'in geçmişinde yüce devletimizin Ermenilerle ilgili kara hatıralarına rast gelmekten korktum..

Nasıl oldu da ölüme bu kadar alıştırıldık bilmiyorum.. Ölümü meşrulaştırmaya ve kutsallaştırmaya ise son sürat devam ediyoruz.. İnsanlık durumumuzdan utanıyorum..

"

DÖRT HAİN KURŞUNUN HATIRLATTIĞI DİLLER ARASI BİR ÇOCUKLUK

Benim ve kardeşimin çocukluğu biraz farklıydı akranlarımızın çocukluklarından. Anne ve babası ile anadilleri farklı, kaç yüzyıl insanı vardır tanıdığınız? Önceleri bu farklılığı anlayamamıştık. Ara sıra annem ve babamın bilmediğimiz bir dilde konuştuklarına şahit olurduk, genellikle bizim duymamızı istemedikleri konularda hemen bu gizemli dilde anlaşırlardı. Bu gizemli dilde, vurgular değişir, kelimeler ağızdan daha farklı çıkardı. Sanki evimizde iki yabancı konuşuyormuş gibi merakla dinlerdik. Farklı dillere rastlamak yalnızca bizim evimize veya akrabalarımıza özel bir durum da değildi. Özellikle mahallede anlamadığımız dillerde konuşan insanlara rastlamak, bu dillerin gizemini iyice arttırır ve biz de bu dilleri öğrenmek için sabırsızlanırdık. Küçücük bir çocuk elbette her şeyi bilemezdi değil mi? Bu esrarengiz dilleri, okulda kesinlikle öğreneceğimizi düşünür ve büyüdüğümüz zaman ailemizi ve çevremizdeki insanları daima anlayabileceğimizi söylerdim kardeşime o zamanlar.

1980’lerin ikinci yarısıydı, nedense o yılları hep gri tonlarda hatırlarım. Gri benim için kasvettir, acıdır. Renkleri, farklılıkları saklamak için birebirdir gri. Siyah ile beyazın arasına öyle geniş bir alana dağılmıştır ki kaypaklıkta eline kimse su dökemez grinin. Sanırım sadece benim için değil herkes için de griydi o zamanlar dünya. Ben hatırlamam ama Türkiye kirli yeşile boyanmış o dönemden birkaç yıl önce. Meğerse o kirli yeşilin ardından kalmış gri ve tonları; yıllar sonra sayfalar arasında bulduklarımın fısıldadıklarına göre…

Neyse, gelelim o günlere… Siyah önlük giyme vaktim gelmişti. Bir gün diğer binlerce akranım gibi ben de okulun ilk gününe hazır bir halde, siyah önlüğümü heyecanla giymiş, ne yaptığını bilmez bir kalabalığın içinde yaşlı gözlerle, annelerine farklı dillerde heyecanlarını belirtenler arasında bulmuştum ufacık bedenimi. Binlerce çocuğun umut dolu heyecanı, siyaha boyanmış önlükler içinde yitip gitmişti sanki. Siyaha boyalı rengârenk düşleri beyaz bir yaka ile kurtarmak istemişti büyükler, ama becerememişlerdi. Siyah önlüklerin hepsi birbirine benzerdi, fakat çeşit çeşit yakalara rastlamıştım sonraki günlerde: temiz yakalar, kirli yakalar, ütülü yakalar, dantelli yakalar, kirli-ütüsüz ve dantelsiz yakalar… Hatta bir süre sonra yakası kopuklarla bile karşılaşmaya başlamıştım.

Benim yakam temiz ve ütülü olduğu için, okul girişinde yapılan kontrollerde günün en önemli işini yaptıkları sanırcasına öğrencilerin kılık kıyafetlerine bakan öğretmenlerimin gözüne hiç batmamıştım. Annemin özenle yıkadığı, babamın her Pazar akşamı ben banyo yaparken ütülediği yakamın temizliği ve ütülü oluşu sebebi ile hiç azar işitmemiştim davudi sesli öğretmenlerimizden. Çocukluktan olsa gerek, başıma bela açmadığı için yakamla gurur duyduğum bile olmuştu.

Kendilerini leyleklerden alan insanlara anne ve baba diyenler arasındaydım. Fakat herkes ‘anne’ ve ‘baba’ demiyordu, aynı saflıkta başka kelimeler ‘anne’ ve ‘baba’nın yerini alabiliyordu bana gizemli gelen dillerde. Aile büyüklerim arasında da bu esrarengiz dillerde konuşuluyordu,  koca kentin bugünkü kadar kalabalık olmayan sokaklarında da. Arkadaşlarım da sınıfa girene kadar aralarında konuştukları bu dili unutup, bildiğim tek dilde konuşmaya başlıyorlardı. Günler geçiyor, ben anne ve babamın gizemli dillerini anlayamamaya, arkadaşlarımın aralarında konuştuklarını duymamış gibi davranmaya devam ediyordum. Sanki kocaman bir oyunun içindeydim. Kurallarını benim dışımda herkesin bildiği bu oyunda belirsiz bir tamamlayıcıydım. Uzun yıllar rolümü kabul ettim…

Zamanla bu gizemli seslerin arasında da farklılıklar olduğunu sezmeye başlamıştım. Tarihi kentin surlarının dışında kalan beş katlı, her daim bozuk kaloriferli, bodrumunu her bahar su basan binamızın, Birlik Apartmanı’nın, beşinci katında oturan Ömer ve ablası Fethiye; ikinci katında oturan gizemli yaşlı çift, bir de yan binamızda oturan Şefik ve ablası Jaklin herkesten çok daha farklı bir dilde konuşuyorlardı. Üstelik daha sessizce ve “güvercin tedirginliğinde”…

Şefik, en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Annesi ve babası ile benim anlamadığım dillerden biriyle konuşan ayrıcalıklılardandı. Bu sebepten dolayı ona hep imrenirdim. Benden daha büyük değildi, daha uzun değildi, daha güçlü de değildi fakat annesi ve babası ile farklı bir dilde konuşabilmesi onu özel kılıyordu. Okuldan gelir gelmez kendimizi sokağa atar ve türlü oyunlarla zaman geçirirdik. Binamızı yan binalardan ayıran bir buçuk metrelik, tarihi kentin kara taşlarıyla örülmüş kalınca bir duvar vardı. En büyük eğlencemiz bu duvara tırmanmak ve duvar boyu koşturmaktı. Bir dönem, mahallenin bütün erkek çocuklarının en büyük eğlencesiydi bu duvar. Duvarda tırmanılması kolay yerler olmasına rağmen, maharet her yerden duvara çabucak tırmanabilmek, düşmeden hızlıca hareket edebilmek ve duvardan sürünerek ve korkarak değil de gözü kapalı atlayarak inebilmekti. O gri günlerden bir gün, ellerimizde ekmek arası domates peynir, sokağa fırladığımız alelade bir gün, yine bir okul çıkışı, Şefik ile bu duvar üzerinde koşturmaya başlamıştık. Duvarda hiç tırmanmadığımız yerler arardık ilk önce, daha sonra birbirimizin tırmandığı yerlerden tırmanmaya çalışırdık. Kısa süre sonra sıkılır, anlamsız bir şekilde duvarda koşturarak ileri geri gider gelirdik. Yine öylesine koşarken bir akşamüstü Şefik iki adım önümde duvardan aşağı düştü. Her şey birden bire olmuştu. Bütün annelerin korkulu rüyası o anda gerçekleşmiş ve gözlerimin önünde Şefik duvardan düşüvermişti. Kendime geldiğimde aradan saatler geçmiş gibiydi sanki ve Şefik hala aynı yerde yatıyordu. Gür kıvırcık saçlarının hemen bitiminde başlayan, hafif tombul, pespembe yüzünün sağ tarafı kanlar içindeydi, ayaklarını ve kollarını oynatırken acı çekiyor ve ağlamadığı zamanlar annesi ile yine o bilmediğim dilde konuşuyordu. Ara sıra kesişen bakışlarımız, düşmesinde benim de payım olduğunu düşündürüyordu. Yerde yatan arkadaşım hastaneye götürülürken neler olduğunu anlayamamış, annemin elinin sıcağına kavuşuncaya dek donuk bir şekilde duvara bakakalmıştım. Eve gidip de kapıyı ardımızdan kapatıncaya kadar hiç konuşmadım, korkumu sezen annem “Şefik iyi, bir şeyi yok” demişti. Aynı akşam Şefik hastaneden gelince, annem ile onlara gittiğimizi hatırlıyorum, hafızam beni yanıltmıyorsa elimde ya taç kraker ya da başka bir bisküvi vardı. Ne yazık ki arkadaşımı en son salona kurulmuş hasta yatağına sırtüstü uzanmış, yüzünde, kollarında ve bacaklarında sargı bezleri, gözlerinin etrafı morarmış olarak hatırlıyorum. Bir de duvarlarının tam ortasına asılı duran, elleri iki yana açılmış, başı yana düşmüş, acıklı yüzünden yaşamında hiç gülmediğini düşündüren tahtaya bağlanmış o sıska adama ait heykeli hatırlıyorum. Hafızamı zorlamama rağmen Şefik’i iyileşmiş olarak gördüğümü anımsamıyorum, sanırım o sıralar binamızdan taşınmışlardı.

Ömer benden bir iki yaş küçük, Fethiye ise büyük olduğu için bu mavi gözlü sarışın arkadaşlarımla çok samimi olamamıştım. Topluca oynanan oyunlarda oyun arkadaşlarımız olarak kaldılar. Ta ki anneleri gelince ve gizemli bir dilde eve gitmeleri gerektiğini söyleyinceye kadar… Ömer ve Fethiye de ortadan kayboldular bir gün. Daha sonraları annem Ömer ve Fethiye’nin, o zamana kadar hiç duymadığım, Kanada adlı bir ülkeye gittiklerini söylemişti. Yoksa Şefik de mi oraya gitmişti?

İkinci katta oturan, her akşam sırtında eskimiş bir çuvalla, ütülü elbiseleri ve yorgun bakışlarıyla binaya girişini gözlediğimiz, fötr şapkalı yaşlı amca ve sadece balkonda iken gördüğümüz eşi de bu gizemli dillerden birinde konuşuyorlardı. Mahalle arkadaşlarımız ile dillerimiz farklı olsa da hayal gücümüz ortaktı ve bize korku dolu oyunlar oynardı sürekli. Bu yaşlı amcayı da hayal gücümüzün yarattığı bir korku karakterine büründürmüştük. Her akşam sırtında dolu ve eski bir çuval ile binaya giren yaşlı amcayı gizlice izlerdik. Korkumuzun sebebi, sırtındaki çuvalda ufak çocukları evine götürdüğünü ve karısıyla bu çocukları yediklerini düşünmemizdi. Bu çuvaldaki çocukları kurtarma planları yapar; fakat her akşam korkarak sesimiz çıkmadan sadece izlemekle yetinirdik. Derken bir gün bu yaşlı çift de binamızdan taşındı. Mahallenin çocukları olarak çok sevinirken, nereden bilebilirdik ki, birlik apartmanının renklerini teker teker kaybettiğini, gizemli dillerden birinin eksildiğini…

Artık ilkokulu bitirip de biraz daha akıllanınca, bir gün babam bana yaşlı amcanın yıllardır esnaflık yaptığını anlatmıştı, sırtındaki çuvalda ise sadece önemsiz öteberisini taşırmış. Ermeni olduklarını ve sadece Birlik Apartmanı’ndan değil, şehrimizden ve ülkemizden de göç ettiklerini söylemişti. Tıpkı Şefik, Jaklin, Ömer, Fethiye, yaşlı çift ve binlerce diğer Anadolulu Ermeni gibi… “Neden” diye sormuştum ama babamın açıklamasını ve ne demek istediğini tam olarak anlayamamıştım.

Aradan yıllar geçti, ben bir büyüdüm hayallerim iki küçüldü, hayallerim iki küçüldü ben üç büyüdüm. Ve öğrendim…

Önce yakaların neden farklı olduğunu öğrendim. İnsanlar arasındaki eşitsizliği gözlemek yetti bu farklılığı anlamak için: daha ufacıkken bazı arkadaşlarımın neden çizmelerinin olmadığını, neden bisiklete binemeden bizi izlediklerini anladım.

Zazaca’yı, Kürtçe’yi ve Ermenice’yi okulda hiç öğrenemeyeceğimi gayet iyi anladım. Bu dillerin öğretilmesi şöyle dursun, bu dilleri konuşan insanların hor görüldüğüne bile şahit oldum.

Birlik Apartmanı’nın birliğinin neden bozulduğunu da öğrendim, farklı olanın neden göç etmek zorunda bırakıldığını da, göç etmeyenlerin başına neler gelebileceğini de…

Milliyetçilik denen duvara tosladım milyonlarca 21. yüzyıl vatandaşı gibi. Düşünüyorum da sadece biraz daha şanslıymışım bu satırları yazabildiğim için, okuduğunuz için sizler de talihli sayılırsınız sanırım. Her hangi bir yerde doğmuş olmaktan, her hangi bir ırka mensup olmaktan ötürü, doğduğumuz topraklardan göç etmek zorunda kalabilir, soğuk bir namludan çıkan şerefsiz kurşunlara de hedef olabilirdik.  Yaşamı ne kadar sevdiği gözlerinden anlaşılan, daha çok anlatacakları olan, milliyetçilik, ırkçılık ve faşizm kurbanı on binlerce dünya insanını ve göç etmek zorunda bırakılan milyonları düşündükçe…

Fikirlerinden ötürü katledilen insanlar arasına Hrant Dink de katıldı maalesef. Ülkemizdeki Ermeni sorununu diyalog ile çözmek isteyen, fikir adamı, her tanıyanının “dünya güzeli insandı” dediği Hrant Dink’e sıkılan kalleş kurşunlar, bana da çocukluğumu hatırlattı, alelade bir akşam medyanın nankörce, kendini aklamak için çabaladığı haberleri izlerken. Diyarbakır’da 20 yıl önce aramızda hiç sorun olmadan yaşadığımız, dünya güzeli Ermeni hemşerilerimi hatırladım. Diyarbakır’ın daracık sokakları olan Ermeni Mahallesi Hançepek’te, elimde ikinci el bir Zennit marka fotoğraf makinesi, dolaştığım ilk gençlik günlerimi hatırlattı. Aidiyetlerini bulamamış, sadece atalarının kanları ile kendilerini ifade edebilen ırkçılara ve akordu bozuk bir halde çalınan ırkçı ülkem havalarına karşı “Yaşasın halkların kardeşliği!” tümcesini söyleyebileceğim her ortamda, daha sık ve daha sesli, söylemem gerektiğini hatırladım. Milliyetçilik, faşizm, ırkçılık ve bütün ilkel ‘düşünmeme’, ‘düşünememe’ sistemlerini gömmemiz gerektiğini hatırlattı. En önemlisi, bir insanın, bir babanın, eşin, amcanın,  dayının yaşamının daha sona erdirildiğini hatırlattı...  
                                                                                           
"

2007 yılında Gazete Odtülü'de yayınlanmıştır.

Saturday 7 January 2012

Ne mi düşünüyorum ?

Bazen geriliyorum. sürekli ne düşündüğümü soruyorsun. "Sana ne" diyeceğim ayıp olacak. millet üstüne alınacak.. Bir cevap veremiyorum ya sana facekardeş.. cuma cuma memleket hallerini düşündüm durdum. aşağıda da yazdıklarım. muhtemeldir ki bir yerlerinde suç !? işlemiş olma ihtimalim de var ya.... neyse... artık o da bir türlü inanamadığımız kaderimiz olsun...

Enteresan işler oluyor memlekette. Cumhuriyet tarihi boyunca siyasete karışmayı düstur edinmiş askeri vesayet rejimi ilk kez yaptıklarından sebep yargılanabiliyor. Demokratik bir ülke için olmazsa olmaz bir gelişme aslında. Bu hamleyi yıllarca sol siyasetin yapmasını uman romantik bir solcu olarak, bir ton yanlışı, antidemokratik uygulamayı bünyesinde bulunduran kendine çıkarcı pozlu bir parti iktidarda iken birilerinin yapılıyor olmasını ise tam olarak sindiremiyorum.
Fakat işin asıl rahatsız edici boyutu, toplumun kimi kesimlerinin bu yargılamalara bakış açısı. Kendilerini solcu, atatürkçü ya da kemalist olarak sınıflandıran (sıfatların çok önemi yok) kimi insanlar bu askeri yargılamalara şiddetle karşı çıkıyor. Ben bu karşı çıkışı samimiyetsizlik olarak görüyorum facekardeş. Çünkü hayatlarında ilk defa düşünce suçu ile tanışan bu kalabalık sadece ama sadece kendine hukuk arıyor... Bu ülkede milyonlarca insan haksız yere düşünce suçundan dolayı yargılandı ve hatta yargısız infaz edildi.. (türlü din, ırk ve ideolojiden). Halen de 4000 e yakın bdpli kck davasından yargılanıyor mesela şu an. Fakat ne hikmetse "hukuk" ve "tarafsız yargı" dedikleri bu noktada devreye girmiyor. Geçmişte de girmedi. Hepsi terörist zaten bu insanların. Onlara oy veren 3 milyon insanı da yakında terörist olarak sınıflandırırlar. Üstelik bu sınıflandırmayı Ak parti ile de el ele verip yaparlar.. Peki "hukuk"'ları ne zaman devreye giriyor? kendileri gibi düşünen gazeteciler ve askeri memurlar yargılanınca !. Çok değil azıcık vicdan yeterli olur aslında anlamak için ikiyüzlülüğü.. İpinin ucu gerçekten kaçmış ergenekon'u adaletsiz bulurken, senin gibi düşünmeyen gazetecilerin ve siyasi parti temsilcilerinin yargılanmasına laf edemiyorsan eğer, hukuktan bahsettiğinde komik duruma düşersin. O güzel sözlerle bezenmiş demagojik siyasi laflarınla ancak (burda af diliyorum yaşı tutmayanlardan) taşşak geçerim facekadeş ne düşündüğümü sorduğunda..
Haksız yere kimsenin yargılanmaması elbette tek evrensel hukuk doğrusu olmalı. Ama Türkiye'nin hep istisnaları vardır. jeopolitik konumumuz çoook önemlidir ve bütün dünya türklere düşmandır. amerika'nın ve israili'in oyunlarıdır başımıza gelen herşeyin sorumlusu. Yıllardır tek bildikleri aynı nakaratları tekrarlamak.. aynaya bakmazlar hiç. biz nerde yanlış yaptık diye sormazlar. afedersin ama şeyleri yemez facekardeş.. Düşünce özgürlüğü ise herkese ve her ideolojiye aynı mesafede olmalı. Baş örtülü birinin üniversiteye gidememesini eleştiren kişi, sosyalist bir öğrencinin yök tarafından okuldan atılmasını da eleştirebilmeli. Ama bizde işler böyle yürümüyor bilesin..

Asker ise sadece işini yapsın artık. Siyasete, topluma bulaşmasın. Daha geçen gün genel kurmay başkanının kürtçe eğitime karşı olduğunu söylediği bir röportaj okudum milliyet'te. Ki kendisi ne toplum bilimcidir ne de eğitim bilimleri uzmanı. Bıraksa bu işleri de sivil vatandaşlarına bomba atılmaması için çalışsa çok daha doğru olur sanki. Asıl o zaman bu toplumun kendisine biçtiği görevi layıkıyla yerine getirmiş olur. Hiçbir üretim yapmadan, milletin vergisiyle ayrıcalıklarla yaşamasını bu şekilde bile hak edebilir mi bilemiyorum ama.. milletvekili maaşlarını eleştirenler, senin aracılığınla paylaşanlar, birgün olsun askerin yaşam standartlarının topluma nazaran adaletli olduğunu eleştirebilmişler midir acaba bunu da bilemiyorum ama bu ayrı bir ne düşünüyorsun sorusu cevabı olsun.. Konuya dönersem tekrar, Sosyologlar ve eğitimciler konuşmalı insanların hangi dilde, nerede ve nasıl konuşacaklarını. kesinlikle askerler değil.. aslında sen de suç işliyorsun facekardeş kürtçe arayüz yaparak haberin olsun.. çünkü böyle bir dilin olmadığını söyleyen mahkemelerin dünyasında da kullanılıyorsun. birgün başına iş açabilirsin haberin olsun..
Siyasetin gücü el değiştiriyor bizim memlekette. Karşılıklı blöfler yapıldı ve artık ellerini açıyor gücün eski ve yeni sahipleri. 28 şubat ile başlayan Ak partiyi iktidara getiren süreç gücün el değiştirmesinden başka birşey değil. Şakşakçılığını muhafazakar kemalist elitin yaptığı askeri vesayet rejimi, yerini ak parti ümmetinin yetiştirdiği fırsatçı, muhafazakar liberallere bırakıyor. Aslında al birini vur ötekine. Olan yine öteki olana, en temel insanlık haklarını almak isteyen kürtlere, alevilere, vatanlarında huzurla yaşamak isteyen azınlıklara, kendini farklı hissedenlere, gerçek hak ve adaletin peşinde olan kalabalıklara olacak.. Çünkü bu noktalarda iki canavar ideoloji de çok güzel anlaşabiliyor.. İkisinin de beslendiği ırkçı ve muhafazakar bir taraf var çünkü. Siyasette bu ciddi değişim olurken, ekonomide ise rant'ı paylaşanlar değişiyor sadece. Zengin olanlara rantın kaymağını yiyen, giyimleri, bıyıkları, yaşamları farklı yeni zenginler ekleniyor.. Yoksul ise elbette aynı yoksul. sadece sayıları gün be gün çoğalmakta..
biz on yıllardır bu işlerle uğraşıyoruz işte facekardeş.. senin aracılığınla sürekli ıvır zıvır gönderip vatan kurtarma sevdasına kapılması da bu yüzdendir vatandaşımın... benim gibi çıkıntılar da çıkıyor işte arada.. neyse.. ne diyorlardı senin dilinde? kib..

Friday 30 December 2011

Barış istiyorum..

Ahmed Arif’in iç sızlatan otuz üç kurşun şiirine vesile olmuş talihsiz toplu cinayeti hatırlatan bir vahşet yaşadık 29 aralık 2011 de şırnak'ta. Savaşın, yok etmenin türlü şekillerinin insanlık tarafından nasıl bu kadar rahat taşınabildiğine inanamıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kara lekelerle dolu, Sünni-türk şekillendirmeye dayalı, ötekini reddeden çok kirli bir tarihi var. Son dönemlerde, Dersim olayları, Maraş olayları, Ermeni olayları derken birçok insanda ezer bozuldu sanıyordum. Popüler medyaya sihirli bir değnek dokunmuşçasına bir geçmişle yüzleşme başlamıştı. Enteresan gelişmelerdi bunlar. Dikkat ederseniz hepsi de “olaylar” olarak adlandırılıyor. olaylar, çünkü bu olayların ne olduğuna daha karar veremedi muktedirler. Daha 12 eylül rejimi ve 90 lı yılların faili meçhulleri dosyaları da açılmayı bekliyor. Devletin kirli örgütlenmeleri olduğu açık bir gerçekti. Benim şaştığım bunlar değil. Aksi beni şaşırtırdı zaten. Bireysel tarihimde duyduğum, gördüğüm bunların sağlamasıydı zaten..

İçimi acıtan, son yaşanılan ölümlerden sonra kaçakçılığın cezasını öldürmek ve yok etmek olarak algılayan, insanımsı tek hücrelileri sosyal medyada ortaya çıkarması. Vicdanı tecavüze uğramış bireyler topluluğu olduk. Son yaşanılan vahşet, ki bir teknik yanlışlık olarak adlandırılmaktadır, bu cinayeti haber yapmaktan bile aciz medyanın ne kadar karaktersiz, ıvırıp kıvıran muktedirlerin de ne kadar sahtekar olduğunu artık iyice ortaya çıkarmıştır.

Kaçakçılık, sadece sınırdan sigara, çay, mazot ve telefon kaçırmakla olmuyor. Vergisini ödemediğin her kuruş bir çeşit kaçakçılıktır. Türkiye’de vergi kaçırılmasına göz yummayan insan var mıdır acaba? Çalışanının skk’sını eksik yatıran şirketler, devlete milyonlarca tl geçiren özel hastaneler, yurt dışından ucuz elektronik eşya getirenler, gümrüklerdeki rüşvetler, ihalelerdeki yolsuzluklar. Sistemin ortak dili ekonomik rant olmadı mı bugüne kadar?. Kocaman bir rant ülkesi olduğumuzu nasıl unutabiliyoruz da kaçakçılığa ölüm cezasını reva görebiliyoruz. Kurcalasak çoğumuzun geçmişinde bu pisliklere bulaşmışlığımız da vardır.. fakat hiçbrimiz bu kaçakçılıklarımızın cezasının bombalar ile parçalanmak olmadığını çok net biliyoruz.. tam tersi haklı çıkarırız kendimizi. “Vergiler çok yüksek”,” herkes yapıyor”. Falan da filan..

Yurt dışından gelen arkadaşlarımızdan  telefon istemeyi çok iyi beceriyoruz (misal, Iraktan 800 dolara iphone 4s getirebilirim dersem kaç kişi hayır der). Kaçak içkileri bavullarda yurda sokmayı çok iyi beceriyoruz (10 dolara rakı da getirebilirim mesela). Kendimize öyle yalanlar atmaya alışmışız, öyle uyuşturmuşuz ki beyinlerimizi, göremiyoruz. Sistemin tam da istediği gibi düşünüyoruz. Fakat işin içerisine kaçak olarak ekmeğini kazanmaya çalışan insanlar girince herkes ithalat-ihracat konusunda uzman, ahlak zabıtası kesilebiliyor. Bir de bu insanlar kürt olunca “vurun ulan vurun” demeyi de vatanı sevmek olarak değerlendiriyor toplum. Irkçılığa programlanmış yalakalar ordusuna döndük toplum olarak.. halkını kaçakçılığa muhtaç eden sistemi eleştirmek yerine, kaçakçılık yapanlara milyon dolarlık bombaları yakıştırıyoruz.. Bunları yaparken de tabiki vatanı en çok sizler seviyorsunuz! ve de elhamdilullah müslümansınız!..

Türkiye'de yapılan kaçakçılıkta, uyuşturucu ticaretinde kimlerin parmağı olduğunu, işin nasıl yürütüldüğünü herkes çok iyi biliyor aslında.. Doğu'dan giren eroin Edirne'den nasıl çıkıyor acaba! hiç düşündünüz mü? Pkk’nın Meriç nehri yapılanmasının sallarla geçirdiğini düşünüyor olamazsınız herhalde eroini..

Devlet eliyle kaçak benzine, mazota göz yumulmadığını mı sanıyorsunuz? Sınır ticareti yapan tankerlerin kocaman mazot depolarını bugüne kadar görmediniz de katır sırtına yüklenmiş mazotları mı kaçakçılık olarak algılıyorsunuz. Bu vahşetin tanıklarının anlattığı diğer hikayelere ise inanmak istemiyorum.

Bir de istihbaratı amerika’nın verdiğini söyleyenler var, yakında işin içine İsraili de katarlar ve işin içinden sıyrılırlar. Bu kadar mal bir ülkemiyiz ki amerikanin oyununa gelip duruyoruz on yıllardır. Yoksa kendi kirli işlerimizi aklamak için sorumluluğu başkalarına atmakta mı çok başarılıyız.

ırkçılıktan beslenen paradigmanız iflas edeli çok oluyor.. 30 yıldır savaş dışında çözülmesi için hiçbir yolun denenmediği bir sorunu inadına kan dökerek ile çözmeye çalışmak, hiçbir aklın ve ideolojinin kabul edebileceği bir ahlaka uygun değildir. 3 milyon oy almış bir partinin binlerce yöneticisini hapse atmak “siyaseti bırak, başka yollarla mücadele et” demekten başka nedir ki?

Bir zamanlar akp’nin devletin inkarcı dilini değiştirdiğini (ki kısmen yaptı da bunu) ve kürt sorununa çözüm bulacağı inancını taşıyordum. Oy verecek kadar değil ama iki oyum olsaydı ikincisini kendilerine vereceğimi söylerdim. Sağlam kazık yediğimi şimdi fark ediyorum. Rejim, hükümetlerden bağımsız olarak sorun çözmekten ziyade düşman yaratmak üzerine kurulmuş..

Çok şey var söylenecek ama artık benim “barış istiyorum”dan başka bir lafım yok. Ne dersem diyeyim, Hep bir "ama"sı olacak insanların, şiddeti yücelten, herkesin hep bir “ama”sı olacak.

Ölenlerin ailelerine sabır diliyorum..yüzlerce eve ateş düştü.. devlete zaten on yıllardır küs olan bölge insanı artık öfkeli de olacak. ve bu öfke için bütün haklı sebeplerini de savaş yanlısı hödükler, militarizm yanlıları, statükocu cumhuriyetçiler, gülen yardakçıları ve ırkçılar altın tepside sundu..

29 aralık 2011, lekelerle dolu türkiye cumhuriyeti tarihine kocaman bir kara leke daha ekledi. cümleten geçmiş olsun. 10 yıllar sonra dileyeceğiniz özrünüzü de şimdiden münasip bir yerinize sokabilirsiniz...

Thursday 15 September 2011

El ele ver gidek..

Çocukken kulağımın pek aşina olduğu bir sesti cümbüş sesi. Çok da severmişim o sesi, duymayınca anladım çok eksikliğini. Ankara'da duymaz olmuştum. Sırf bu yüzden oturup kel Ekrem'in sunduğu TRT GAP Diyarbakır çekimlerini izleyip izleyip daha bir özlüyordum Diyarbakır'ı. Bir gün Bedri Ayseli çıkmıştı o programlardan birine. Aman allahım o ne keyifti bana öyle. Cümbüş Diyarbakır müziğinin vazgeçilmezidir, bilenler bilir. Aram Tigran ise o vazgecilmezin vazgeçilmezidir. Annem ve O'nun jenerasyonu bayıla bayıla dinler her duydugunda O'nun bol cümbüş eşlikli parçalarını...



Amerika'da Ermeni komünitesinin en yoğun olduğu yerlerden birinde yaşıyorum aslında. Cümbüş sesine çok uzak değilim belki. De iste bulup keşfetmek lazım. Bunu başka yazılara saklayayım. Ermenilerin ruhlarinin kol gezdigi topraklarda büyümüş, onların taşı taş üstüne koydukları memleketin çocuğu olarak, yaptiklari hemen her ise hayranlığım garip karşılanmaz diye umuyorum. Her ud çalan Ermeniyi uzunca dinleyebilirim misal. Dedim ya bebekken fazla dinletmişler herhalde, kulağa değmiş bir kere! El ele ver gidek püruthanaya da dinlemekten de söylemekten de müthiş keyif aldığım parçalardan biri. Kazancı Bedihle Bedri Ayseli kuskusuz iki usta icracisi bu eserin. Kazancı'dan dinlediğimde çok küçüktüm. Ibo Show'da söylemişlerdi: O sahne gitmez gözümden, tutamayıp kendimi bagira bagira söylemiştim mutfakta, evde misafirler varken (sonra ne olduğunu anlatmayacağım!), tabii ezberlemek dünyanın en kolay işi malum çocukken benim için. O yaştan atlamıştım müzik işlerine. Her ne kadar bu yaşta çıkmış olsam da o yaşta var imiş canım bir şeyler. Ha olur da merak ediyorsaniz soyleyeyim, o yaslarda var olan seyler ne yazik ki artik YOK: Aşağıdaki videoda da nasıl güzel şarkı sözü unutabildiğimin kanıtı mevcut. İşte yaş ilerliyor. Dostlarla meşkin keyfi bambaşka, söz unutmak bile keyfi kaçırtmadan dinletiyor insana şarkıyı. Hem İzzet Altınmeşe bile karıştırıyor söylerken benim unutmam çok mu?

Grup KNAR'in muazzam ermenice albümünde de ermenicesi mevcut.



Bir de Yervant Bostancıyan versiyonu mevcut tabii.
http://www.facebook.com/video/video.php?v=437197070802&ref=mf

Tabii Celal Güzelses çevirisiyle söylenmiş saçma bir türkçeleştirilmiş icrası da mevcuttur. Tavsiye dahi etmiyorum.

İzzet Altınmeşe yorumu da dinlemeye değer. Bir de dost meclisi var ki insana hissettirdiğiyle beraber dinleyince hepsinden güzel oluyor..

Buyrun;

ilk

Bu türküyü bilmeyen var mıdır ki acep?

Kendimi bildim bileli söylerim diyorsunuz del mi? Ben de..
Günün ciddi bir kısmını müzik dinleyip kalan kısmını da söyleyerek geçiren ben gibi birinin bu kadar bilindik bir türküyü duyar duymaz ilk duymuscasina urpermesi de neymiş demeyin.
Neşet baba söylemiş,söyleteni de olmuş..

Biz de dinliyoruz işte,dinleten de var adama...

Wednesday 17 August 2011

Yeni Hayat Hazırlığı

2-3 ay önce;

Çok mutluydum ilk duyduğumda. Nasıl bir yere gideceğimi düşünmeksizin yeni bir hayata başlayacak olmanın heyecanı bambaşka. Daha önce bunu ODTÜ'den KOÇ'a gitmeye hazırlanırken yaşamıştım. Sonuna kadar erememiştim gerçi,ODTÜ'de kalmıştım ama olsun o heyecanı bir daha yine aynı şekide hissetmek güzelmiş deyip mutluluğumun artmasına bir güzel izin verdim. Ev bakmaya başladım hayat pahalılığını düşündüm, zor olacağını anlamaya başladım yavaştan. Bana verecekleri maaşın da çok iyi olmayacağını hissedebiliyordum ama olsun diyordum ki kendime ne de olsa dönüşte (en az 5 yıl sonra:) İstanbul'da bir hayata başlayacağımı bilip heyecanlanmama yeter!! İstanbul hayali hep aklımdadir benim belki de KOÇ fikri bu yüzden hem çok yakın hem de çok sevindiriciydi benim için. Ama bu sefer İstanbul da değil. Bilmediğin bir şehir, Meleklerin Şehri,bilmiyorsun kızım ne heyecanı bu hissettiğin? Yeni hayatımın heyecanı...


Son 2-3 hafta;

Detayların çoğuna baktım. Biraz pahalı bir şehir gibi görünüyor. Herkes sürekli beni güvenlik konusunda uyarıyor. Olsun diyorum. Sen kürdistanda savaşın kucağında büyümüşsün. Ankarada her türlü saçmalığa maruz kalmışsın, İstanbulun tehlike çemberine girmişsin sıyrılmışsın. Bunun ne farkı olacak ki? Sanırım şöyle bir farkı var; alışmadığın ya da dilini bilmediğin yolunu bilmediğin bir şehri kucaklıyorsun ve tehlikenin nereden geleceğini artık seçemiyorsun! O anlamda iliklerime kadar hissedebiliyorum bu işin zor olacağını. Olsun beyav,yine de hayatı kuracağız bir şekil. Zar zor olacak.

Kaygılarım artıyor giderek.Sadece tehlike değil mesele elbet.

Ben hayatım boyunca hep bir şekilde aile hayatı yaşadım. Üniversiteye kadar ailemle. Üniversite ve sonrasında da kız kardeşlerim. Hep bir aile evi modu. Hep bir şekilde beraberlik. Hiç başkasıyla kalmamanın deneyimsizliği,dahası bunu genç yaşta değil de yani üniversite çağında değil de yaş ilerledikçe tatbik etmek,bu da zor olacak hissediyorum.(KOÇ tan aynı yere gelen bir kadınla aynı evi paylaşacağım!)

Döndüğümde hayat başka olacak. Kızkardeşlerim zorunlu hizmetleri yüzünden türkiyenin değişik yerlerinde olacaklar. Yani artık aynı evde yaşamayacağız ve evden giden ilk kişi benim. Bu şu anlamda garip. Benim hep düşe kalka ama bir o kadar da değerli bir iletişimim var onlarla. Garip anlatması da zor ama denersem eğer biraz,şöyle diyebilirim galiba,insana,bir şey yapmasa da huzur veren ve elini uzattığında dokunabileceğin uzaklıkta olan birinin olması başka bir şey! Bunu hissedemeyeceğim bir daha. Annemin hep bizim yanımızda olması da ayrı bir mutluluktu hep. Sabah çıktığımda, akşam geldiğimde koşulsuz şartsız bana bu kadar içten dokunan birinin olmayışı hayatın giderek daha zor olacağını hissettirmeye başladı şu kalan son bir kaç haftada. Sanırım giderek duygusallaşıyorum. Annesinden ayrıldığı için ağlayan çocuklara mı döndüm ne? Yok yok korkmayın ama bir insan biriyle bu kadar derin bir bağ kurmuşsa nereye giderse gitsin hep böyle sürecektir yalanına ne ben ne de bir başkası inanır! Kandırmayın kendinizi de beni de...
Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak evet, bunun farkındayım sadece. Paralamıyorum kendimi ama üzülüyorum be ne edem! Kimi bunu üniversite çağında yaşıyor işte kimi de benim gibi geç yaşlarda!

Bir dostum bir keresinde bana "biz kürtler ergenliğe geç gireriz" demişti. "Girdiğimizde de ağır gelir çok şey ve ağlanmayacak şeylere ağlanmayacak yaşlarda ağlar üzülürüz dertlerimize" demişti. Anlamamıştım pek neden böyle dediğini,sanırım anlıyorum,sen de anlıyor musun Ardıl?

Belki de en önemli kısımlarda,konuşmaktan en çok kaçmaya çalıştığım kısım yüzüme çarpmaya başlıyor. 4,5 senedir istikrarla sürdürdüğüm ilişkim. Böyle bir karar almamda en çok arkamda olan insanlardan biri olmasından kaynaklı olsa gerek hiç çok kaygılanmadım gitme zamanı bu kadar yaklaşana kadar! Ve yaklaşıyor zaman. Hafif hafif karşılıklı gerginliklerimiz başladı. Sanırım bu tip bir pratiği nasıl geliştireceğimizi ikimiz de bilemediğimizden acemiliğimizi açık ettik hemen. Zorlaşacak sanırım giderek. Gitme zamanı yaklaştıkça sanırım daha da zorlaşacak...

Hiç bavul hazırlamadım hala,sanırım hazırlamaktan kaçıyorum. Gitmekten hafif hafif çekinmeye başlıyorum. Ama neden çok mutluydum,ve ben kimsenin etkisi altında kalmadan mutluydum. Gitme fikrinin o heyecanı nerede? Neden herşeyin yerini o şeyin kaygısı alıyor? Halbuki kaybetmiyorum hiç bir şeyi sadece uzaklaşıyorum,çok uzaklaşıyorum,gitme zamanına da o kadar çok çabuk yaklaşıyorum...


Son hafta;


Uykusuzluklarım başladı. Bavulu hazırlamaktan artık kaçamıyorum. Annem açtı odama 2 bavul. Yavas yavas doldurmaya basladim. Sanirim bayagi yavasim annemden uyarilari da yemeye basladik. Yavaşlık kaçma dürtüsüyle eş burada sanırım. Gitmeyi çok istiyorum ama neden bu gerginlik?

Kızkardeşim kendisinde de amerikaya gitmeden(3 aylığına gitti) kendisinde de benzer gerginliklerin oldugunu söylemişti. Karın ağrılarım başladı gariptir. Herkes arıyor görüşelim diye. Herkesle toplu bir görüşme ayarladım aslında ama ona gelemeyenler ayrı ayrı görüşelim istiyorlar haklı olarak ama ben zamanı yönetemiyorum zaten kaçıyor bir de dışarda geçirirsem kendimi daha kötü hissederim diyerek son hafta herkesten af diledim. Zamanı yönetemiyorum zaten yönetmek mümkün de değil ki,geçiyor tutamıyorsun geliyor zaman..

Gökhan çok suskunlaştı,ben de öyle,neler oluyor ya? Bir araya geldiğimizde sessiz sessiz oturuyoruz. Özleyeceğimizi biliyoruz ve bir şey diyemiyoruz birbirimize. Yasaklı cümleleri kurmamaya çalışıyoruz. Biliyorduk bu zamanın geleceğini,sadece bekliyoruz öyle suskunca..

Karın ağrılarım sıklaşıyor, uykusuzluğum da cabası,rüyalarımda sürekli uçaktayım.Benim gibi uçak korkusu olan birine atlantik uçuşu yaptırmaları ne kadar sağlıklı ki acaba:)?Hatta pasifik kıyısına da uçacağımı düşünürsek bayağı bir uçacağım. Jetlag desen allahini anasini babasini yaşayacağım sanırım. Saat farkı 10.

Leyla ilaç veriyor bana habire,görüyor beni..


Son 2 gün;


Artık annem bana sevdiğim yemekleri yapmaya başladı. Çok güzel yemek kokuları yükseliyor evde. Çok üzülüyor annem belli. Bana nedense pek güveniyor. Sanki sürekli bütün çocukları içerisinde en ok bana güvendiğini ima edercesine laflar söylemeye çalışıyor. Biliyor çok çok uzağa gideceğimi...
Kaldırmam gerektiğini,istediğimde atlayıp gelemeyeceğimi..
Gökhan desen hep bir yanımda etrafımda olmaya çalışıyor,sevdiğimiz şeyleri yapmaya çalışıyor hep. Bazen de usulca susuyor yanımda. Çok şey söylüyor bana susarak..

Karın ağrım yüzünden annemin yemeklerini yiyemiyorum. Bazen oturamıyorum ağrımdan. Müsaade isteyip odama gidip uzanıyorum 15 dk lığına da olsa. Duramıyorum çünkü. Gökhan içerde,annem sevdiklerim içeride ama ben duramıyorum yanlarında. Hiç böyle olacağını hissetmemiştim bu işe girişirken. Neden ki? Ben bu kadar zayıf olduğumu falan da düşünmüyordum. Neden süreç böyle sonlanıyor? Neden ben bu kadar etkileniyorum bu gidişten böyle? Sanırım bunun nedenini LA'e vardığımda yazarsam daha verimli olacak..
Şimdilik sadece gidiş hikayem olsun bu.

İnsanlar bana mail atıyor mesaj yazıyor arıyor hiçbirine dönemiyorum da bu stresten.


Havaalanında;

O gece hiç uyumadım. Uçağım 6da sabah.
Ank-Ist-Londra-LA. TSİ saat gece 1 de oradayım.

Havaalanında gariptir rahatlamıştım artık. Evden çıkmak çok zor oldu ama havaalanı kısmı düşündüğüm kadar sıkıntılı geçmiyor. Ne zaman ki artık ayrılık vakti geldi işte o zaman bizim suskun kediler başladılar konuşmaya gözleriyle,Bana söyleyemediklerini artık ağlayarak söylemeye başladılar. Çok üzüldüm çok...


Yolculuk;


Tüm yolculuk boyunca rahattım. Ama sanki aklım alınmış gibiydim. Tek isteğim bir an önce varmak ve onları rahatlatmaktı. Kulağımda müzik vardı hep. Dostların bana yolladıkları müzikler...
Dinledim dinledikçe ağladım,sonra uyuyakaldım müziklerle uyandım müziklerle devam ettim,ara ara konuştum bizmkilerle geçişlerde. Sanırım uçak korkum da yalanmış. Ona da alışıyormus insan!
Kumru gibi uçtum. Kürtlerin kumru hikayeleri çoktur. Kumru keklik,kürtlerin sevdikleri kuşlardır...

Yolculukların kuşlarıdır,gurbetin..

Vardım ben LA deyim artık. Kokusu değişti hem havanın hem şehrin. Geldim artık. Daha da uzağa gidemezdim herhalde...

Kumrucuk "Qumrike"