Saturday 21 May 2011

İzmir günleri


Çağrı, güzel sesle yapılırsa şayet gidip varmamak ayıp olmaz mı?
Hatice ile Çarşamba akşamı yemek yerken Hacı Cevat Başcı Camii'nden bir hicaz ezan dinledik. Müezzinin entonasyonunu, sesindeki tınıyı ve improvizasyonlarını pek beğendim. Son tekbirden önce hüseyni bemol arıza beni benden aldı, yeminlen. Hemi de huzurlandım, zira bir yandan da gün batıyordu. Biten gün gibi, sonlanan hayatın hüznünü hissediyorum hep akşamları. Belki de çalışmak veya bir şeyler yapmak isteğinin akşamları bastırması bundan bende. Bu amca ilk gün de "Sabâ"nın seherinde uyandırdı. O da bağırtısıyla değil, icrasıyla beni uykudan uyandıracak kadar etkileyiciydi. Eyvallah müezzin dayı, işini güzel yapan adamlardanmışsın v'esselam.

Ege Üniversitesi Botanik Bahçesive Herbaryum Uygulama ve Araştırma Merkezi
Allah Allah! Açılın, güççük dağları yaratan araştırma merkezi geliyor. Bu uzun isme aldanmamak lazım, işlevine bakalım: İstanbul dışında tek olan nu botanik parkımız aynı zamanda üniversiteye bağlı bir araşırma merkeziymiş. Özetle, İzmir'e dair diğer tecrübelerimdeki gibi tam bir fiyaskoydu.

Öncesinde bir söyleşi ve bir tanıtım yazısı okudum. Söyleşide merkezin yöneticisi prof, buranın İzmir'de mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri olduğunu söylüyordu. Lakin bırakın, turisti veya İzmirliyi, kampüste sora sora ilerlerken bir allahın kulu (öğrenci ve personel), botaniğin nerede olduğunu bilmiyordu. Kaldı ki, ziyaret saatlerini ve 19 Mayıs günü açık saatlerini öğrenmek için aradığımızda buranın sadece ve sadece mesai saatlerinde açık olduğunu öğrendik. Yani, sayın porofisör burayı herkes görmeli diyor ama haftasonları ve milli/dini bayramlarda tek, çift veya ailecek gelip gezemiyorsunuz. Başta epey sinirlenmiştim, ama sonra hak verdim. Bence mümkün olduğunca az insan zahmet edip bu hayal kırıklığına gark olmalı.

Tanıtımda sanki cennet bahçesinden bahsediliyor: seralar, açık alanlar, havuzlar, mikroiklimsel alanlar, iki katlı bir koleksiyon merkezi olan herbaryum binası, vs. Gidince gördük ki yabani otlarını bile yolmadıkları bakımsız bir bahçe burası.

"Sözde" botanik bahçesinden bir fotoğraf. Tanıtım fotoğraflarından epey farklı. Otların arasından türleri seçebilene benden çikolatlan püskevit.

Herbaryum binasına girmek istediğimizde dışarıda sigara eşliğinde laklak ederek görevlerini layıkıyla yerine getiren memurlar bize içeride bir şey olmadığını söylediler. Peki dedik, üstelemedik.

Günahını almayalım, merkezin en büyük işlevi fidancılık. Fesleğen, kadife çiçeği, aslanağzı, sardunya, meyve fidanları falan yapmışlar satıyorlar. Ya da, üniversitenin memurlarına dağıtıyorlardır herhalde. Keşke bu kadar kallavi bi isim koymasalarmış, EÜ fidancılık dairesi deselermiş, biz de ona göre gelirdik ya da gelmezdik.

Zorla Şizofreniye itilen bir kedi: Mario, yok yok Erik, Ceviz miydi lan yoksa?
Hatice sokaktan bir sevimli kedi aparmış. Henüz iki aylık. Salak bişey, boş boş bakıyor yüzümüze. Uyumadığı zamanlar cırmıklıyor, ısırıyor ve bulabildiği en yüksek yere çıkıp kafamızın üstüne atlıyor. Ben gelemem öyle şeylere. Kızdım, dövdüm, sövdüm, hırlayarak korkuttum (böyle yapınca çok pis götü atıyor, kaçacak delik arıyor), odaya kapadım. Bana mısın demiyor, hiç bir sefer "yaw ben bu adamı bildim, bir daha yaparsam götüme tekmeyi yerim" demiyor. Aksiyona giriyor, akabinde yine göte tekmeyi yiyor. Çok pis ısırıyor. Fakat tüm hiperaktivitesine rağmen, Neşet Ertaş dinleyince bi efendi oluyor, bi ağırbaşlık geliyor. "Anam ağlar baş ucumda oturur" dinledik demin. Bi sakinleşti bu. Hüzünlendi, eski çöplüklere bi gitti geldi sanırım.

Kediyi de anlamak lazım sanırım. Zira, Hatice her gün kediye başka bir isim veriyor: sırasıyla şıllık (vetirenere götürene kadar kediyi dişi sanırken), mario, erik, ceviz, pislik, ısırgan falan dedi. Fakat ona göre seslenecen, gidecek gelecek sonuçta hayvan. Kendi gibi bi sahibi var, Allah birbirlerine sabırlar versin :)

İzmir'in kitap ve kitapçıyla imtihanı
Napoleon, Londra'ya gittiğinde izlenimlerini sormuşlar, "L'Angleterre est une nation de boutiquiers (English is a nation of shopkeepers)" demiş. Rahmetli aşağılamış tabi bir milleti, ülkeyi ve şehri. Benim de, bundan mülhem, haklı bir şekilde İzmir için şunu diyesim geliyor nicedir: "İzmir is a city of shops and shopkeepers". Bu şehrin mimarisinde ve yapısında estetiğe dair çok az şey var. Peki aslında ne var? Sahilden başlayarak yokuş ve düz dinlemeden dikilmiş beton apartmanlar var. İlginçtir, en uzun apartmanlar denize en yakın yerde dikili. Tabi ki bu apartmanların altları da sıra sıra dükkanlardan oluşuyor: Dönerciler, büfeciler, mağazalar, kebapçılar, bakkallar, pideciler, manavlar ve türevleri.

Benim gözlemim şu ki bu şehir ve ve halkı, Türk halkının tipik dünya bakış açısıyla, emaneten yaşıyor. Güzel, estetik, iç açıcı bir şehirde yaşamak; bunu çocuklarına ve yeni jenerasyonlara hediye etmek insanları ilgilendirmiyor. 9 Eylül 1922'de Kahpe Yunanlıları denize döktükten ve dört gün sonra çıkan büyük İzmir yangınından beri bir savaş koşulları ortamı yaşamamasına rağmen, şehrin merkezi sanırsınız savaştan yeni çıkmış. Yıkık ve metruk yalılar, kiliseler, taş ve ahşap eski binalar ile beton apartmanlar ve dükkanlar yanyana ve dip dibe.

Bu saydığım dükkanlar içinde kitapçı bulmak merkez dışında kesinlikle mümkün değil. Googlemaps'ten bulduğum kitabevlerinin de yerinde yeller esiyor. Hatice'ye Ece Temelkuran'ın İkinci Yarısı adındaki son kitabını almak için ve kendime İzmir'de sadece bir kitabevinde bulunabilen Sinek Sekiz yayınevinin kitaplarını almak için dışarı çıktım. Meğersem adeta su bulmak için kendimi çöle atmışım. Meğer modernliği, okumuşluğu, yüzünü batıya dönmüşlüğüyle övünen İzmir, doğuştan aydınlanmış bir kent olmalı. Zira etrafta çok seyrek olarak kitapçı, kütüphane falan bulunabiliyor, onlar da sadece merkezde. Son yıllarda zincirleşmiş D&R gibi yerler dışında yılların kitabevi görünümündeki kitapçılara da rastlamadım.


Bir yer buldum, onda benim kitaptan kalmadığını öğrendim. Sonra güç bela bir NT olduğunu duydum. Oraya yürüdüm, çölde vahayı aramaya koyuldum. Kitapçının yerini bile etraftaki pideciye göre tarif ettiler bana, gene bir sinir oldum. Yürürken kitapçıyı soruyorum, erotikşop soruyomuşum gibi yüzüme şaşkınlıkla bakanlara filanca pideci nerede diye sorunca, "ha şurdan devam et" komutu geliveriyor. NT'yi buldum sonunda, bulmaz olaydım. Ece'nin kitabını sormadan evvel kendim dolanayım dedim, girişte dükkanın çalışan bıyığındaki bâdemité oranı enteresandı ve NT gibi zincir bir kırtasiye-kitap mağazınsa ilk defa bu kadar zengin bir sekşınlandırmaya şahit oldum. Kuran, Said-i Nursi, Fethullah Gülen hoca, Efendimiz (S.A.V.), tarih ve siyaset bölümlerinden müteşekkil bir kitaplığı vardı. Son ikisi de tahmin edileceği gibi diğer üçü ışığında hazırlanmış tarih ve siyaset kitapları, yani bir farkı yok tabi aslında. Fakat, bilhassa Efendimiz isimlendirmeli sekşını enteresan geldi.

O kadar yol yürümenin verdiği bıkkınlıkla, yine de pes etmiyim yiğitliğe krem sürdürmeyeyim istedim ve "Ece Temelkuran'ın son kitabı bulunur mu?" diye sordum. Daha evvel başka yerlere "İkinci Yarısı" diye sormuştum ve kim? nesi? gibi tepkiler almıştım. Düz sorayım dedim. Görevli bana Kur'an (hamzalı telaffuzuyla) ve alakalı diğer kitapların bölümünü gösterdi. Eyvallah, dedim çıktım. Asıl çıkışta pes ettim, korum kitabın da yayınevinin de götüne diyerek, yollarda dolaylı adres sorma maksatlı da olsa ismini sayıklayıp durduğum pidecide gittim bir kıymalı-ayran götürdüm, kendime geldim.

1 comment:

  1. güzel olmuş, sevdim

    bi kedi daha olursa adını mario koycam,söz

    ReplyDelete